“Tasavvuf” lûgatte, saf olmak, sof yani yün dokuma elbise giymek, ilk safta bulunmak, suffe ashâbı gibi yaşamak mânâlarına gelmektedir.
Bâtın ehli, mâneviyat erbâbı nazarında ise tasavvuf;
a) Baştanbaşa edebtir.
b) Kötü huyları terk edip güzel huylar edinmektir.
c) Kimseden incinmemek, kimseyi incitmemektir.
d) Nefse karşı girişilen ve barışı olmayan bir savaştır.
e) Herkesin yükünü çekmek, kimseye yük olmamaktır.
f) Bütün mensuplarının birbirini dost ve kardeş tanıdığı bir birliktir.
g) Hak ile birlikte ve onun huzûrunda olma hâlidir.
h) Nefsinde fânî, Hak ile bâkî olmaktır. Bir başka ifadeyle; Hakk’ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle yaşatmasıdır.
i) Keşif ve temâşâ hâlidir.
j) Temiz bir kalb, pâk bir gönül sahibi olmaktır.
k) Kâmil insan, velî bir kul olmaktır.
Ebû Sehl Muhammed b. Süleyman (k.s.) hazretlerine,
− Tasavvuf nedir? diye sorulduğunda, şöyle cevap vermişlerdir:
− Rabb’ine (onun kazâ ve kaderine teslim olup) itirazdan yüz çevirmektir.
Ebû’l-Haseni’l-Bûşencî (k.s.) hazretleri de şöyle demiştir:
“Bana göre tasavvuf; Allâh’ın gayri şeylerden kalbi temizlemek, eldekileri dağıtmak, başkalarının değerlendirmelerine fazla ehemmiyet vermemektir.”
Şimdi dilerseniz, târifte geçen maddeleri teker teker ele alıp açıklamaya çalışalım.
1. Kalbi mâsivâdan temizlemek.
Bu husus, Allah Teâlâ’nın fakir muhâcirler hakkında beyan buyurduğu âyet-i kerimede şöyle geçmektedir:“Yurtlarından ve mallarından (sürülüp) çıkarılmışlardır.”(1) Bununla beraber muhâcirler, zaten mâsivâyı kalblerinden söküp attıkları için, yurtlarından ve mallarından ayrılmaları onları hiçbir şekilde huzûrsuz etmemişti.
2. Eldekileri çıkarmak. Kur’ân-ı Kerim’de, bu haslete sahip olan mü’minler için, “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve âşikâr Allah yolunda infâk ederler”(2) buyurulmaktadır.
Konuya âyette anlatılan bu hususu açıklayan bir hâdiseyle devam edelim...
Bir gün Hz. Ömer (r.a.), 400 dînârı alıp bir keseye koydu ve câriyesine şöyle dedi:
− Bunu Ubeydetü’bnü’l-Cerrâh’a götür teslim et. Ne yapacağını görmek için de, bir müddet evinde kal.
Câriye parayı alıp ona götürdü ve:
− Mü’minlerin emîri, bununla bir takım ihtiyaçlarınızı görmeniz için bunları gönderdi, dedi. Bunun üzerine Ubeyde (r.a.) önce:
− Allah ona lûtfetsin, rahmet etsin, diyerek duâ etti. Sonra da, “Ey Câriye! Buraya gel! Şu 7 dînârı falancaya, şu 5 dînârı filancaya götür...” dedi. Ve böylece dağıta dağıta hepsini bitirdi.
Câriye Hz. Ömer’e gelip olan biteni anlattı. Bu esnada Halîfe’nin, aynı miktarda parayı Muâzü’bnü Cebel (r.a.) için de hazırlamış olduğunu gördü. Hz. Ömer (r.a.) câriyeye, bu parayı da verdi ve dedi ki:
− Bunu da, Muâzü’bnü Cebel’e götür teslim et. Ne yapacağını görmek için de, bir müddet evinde kal.
Köle parayı alıp ona götürdü ve:
− Mü’minlerin emîri, birtakım ihtiyaçlarınızı görmeniz için bunları size gönderdi, dedi...
Bunun üzerine Hz. Muâz radıyallâhü anh da:
− Allah ona lûtfetsin, rahmet etsin, diye duâ etti;ardından da dedi ki: “Ey câriye, gel buraya! Al şu paraları; şu kadarını falancaya götür, filancanın evine şu miktarı bırak, falancanın evine şunu teslim et...” Bu minvâl üzere gelen parayı dağıtmaya devam etti. Son anda duruma muttali‘ olan hanımı, “Vallâhi, dedi, biz de miskiniz; bize de ver.”Lâkin kesede sadece iki dînar kalmıştı. Hz. Muâz (r.a.), bunları da onun önüne attı.
Sonra câriye dönüp olan biteni anlatınca, Hz. Ömer (r.a.) çok sevindi ve şöyle dedi: “Onlar, hakikaten biribirleriyle kardeştirler.”(3)
3. Başkalarının değerlendirmelerine ehemmiyet vermeme hususuna gelince... Bu da âyet-i celilede şöyle beyan buyurulmuştur: “Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.”(4)
***
Hâsılı tasavvuf erbâbı, mâneviyat ehli olan mü’minler; yukarıda anlatılan bütün târiflere uygun hâl ve tavır içerisindedirler. Kalblerinde Allâh’ın gayri şeylere (mâsivâya) yer vermeyen, her hâlükârda infak-tasadduk ve teberrûdan geri kalmayan, Allah yolunda yürürken başkalarının ayıplamalarına-kınamalarına da aldırmayan kimselerdir.
TARÎKAT OKULDUR, TASAVVUF İSE MÜFREDÂTI(5)
Çocuğunuz veya çocuklarınız okula gidiyorlar mı? Niçin okullar açılmıştır? Siz, çocuklarınızı neden okula gönderiyorsunuz? Okullar niçin ilk, orta, lise, üniversite diye sıralanıyor? Üniversite diplomasını alan çocuğunuz neden bir de ihtisas yapmak ihtiyacını duyuyor? Master, doktora gibi mefhumların ortaya çıkış sebebi nedir?
Eğitim ve öğretim (ta’lim ve terbiye) ile alâkalı bu suallere eminiz hepiniz aynı mânâ içinde cevap veriyorsunuz? Diyorsunuz ki:
“Çocuklarımız canımızdan aziz varlıklardır. Onlar bizim hayat meyvemiz, istikbâlimiz, teminatımız, ümidimiz, saâdet vesîlemizdir. Yaşadığımız dünya mâlum. Akıp gidiyor. Biz, çocuklarını çok seven anne ve babalar olarak, yaşlanmadan çökmeden, gözümüzü bu dünyaya kapatmadan evvel, bunları bilgili, kültürlü, iyi-güzel-doğru düşünen, edep ve irfan sahibi, tecrübeli, kalifiye bir insan olarak yetiştirmek için okullara gönderiyoruz. Okullar, bu ulvî, kudsî maksatla açılmıştır. Çocuğun ilkokula başladığı zamandaki akıl, zekâ, öğrenme, kavrama, idrâk, mukayese ve hâfıza gücü ile daha sonraki yıllarda gelişen kabiliyetleri bir olmadığı için, kolaydan zor olana doğru, geniş, ihâtalı bir merhalede, eğitim ve öğretim müfredâtına geçiliyor. Her ilim dalı, derinlemesine genişletilerek, kuşatıcı bir bilgi kesâfetine erişiyor. İlim, kültür, tecrübe ile çocuklarımız hem dünyanın maddî ve manevî tehlikelerine karşı mukavemet kazanıyorlar, hem de gelecek yıllara ve asırlara bu bilgi müktesebâtı ile hazırlanıp, kendi nesillerine daha güzel bir dünya bırakmak için uğraşıyorlar.”
Bu ifadelerinizin tamamı doğru ve mükemmeldir. Gerçekten her mahallede, her semtte, isimleri, mimâri tarzları, öğretim ve talebe kadrosu farklı okullar olmakla birlikte, hepsinin müfredât planı, dersleri, mevzûları, aynı öğretim sistemi içinde birlik ve bir bütünlük arz eder.
İdarî, iktisadî, ictimâî, tarihî ve kültürel geçmişimizden geleceğe uzanan millî yapımız içinde, sâfiyet ve kalitesini, derinlik ve güzelliğini Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’e uzanan fikir, tefekkür, zikir, edep ve irfan çizgisini koruyarak gelmiş tarikâtlar (yollar, usûller, metodlar) içindeki eğitim müessesesi de aynen çocuklarımızın devam ettiği okullar gibi birer ilim, irfan, edep, kültür müesseseleridir. Hâl böyle iken, maalesef son yıllarda, birakım echel-i cühelâ kişiler öne çıkarılarak, tarikât ve tasavvuf müessesemiz bu lîyâkatsiz gürûh eliyle örselenmek, hırpalanmak istenmiştir.
Nakşî, Kadirî, Çeştî, Yesevî, Rufaî, Kübrevî, Şâzelî... gibi ve daha nice bu ciddiyet ve güzellikte teşekkül etmiş bulunan tarîkat müesseselerini, millet fertlerinin eğitimi, olgunlaşması, edep ve terbiye içerisinde yaşamaları, sosyal yardımlaşma ve dayanışma (ictimâi tesânüt) ve millî birlik zarûretini gerçekleştirmeleri açısından fevkalâde hayırlı, faydalı birer mektep gibi görüyoruz. Bu mekteplerin temel eğitim müfredâtı bizzat Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) tarafından tesbit, tâyin, takdir edilmiş ve –sapıtanlar hâriç– bugüne kadar bu asil yolun bağlıları, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz ve vârislerinin rûhâniyeti ile olan alâka ve râbıtalarını inkitâsız (bağlılık, bîat ve sadâkatlerini kesintisiz) bir şekilde devam ettirmiştir. Bu güzel insanlara minnettarız.
Millet ve ümmet olarak bizim ruh ve mânâ nakışlarımıza, parlak medeniyet ve insanlık anlayışımıza, edebiyat, şiir, hat, mimârî başta olmak üzere bütün san’at ve estetikdallardaki rakipsiz muvaffâkiyetlerimize kaynak teşkil edentarîkat ve tasavvuf kültürümüzü yıkmak değil, yükseltmek mecburiyetindeyiz.
DİPNOTLAR
(1) Kur’ân-ı Kerim, Haşr sûresi, 59/8.
(2) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/274.
(3) İbn Mübârek, Zühd, s. 178-179.
(4) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/54
(5) Yazar Mustafa Yazgan Bey’in bir makalesi.
İSLAM DİNİNDE
MEZHEPLER, TARİKATLAR
GİRİŞ
İnsanlık tarihi iki otoritenin, siyasi ve dini otoritenin birbiriyle mücadele tarihidir. Bu mücadelede kimi zaman siyasi otorite dini otoriteye, kimi zamanda dini otorite siyasi otoriteye egemen olmuştur. Siyasi otorite, dini otoriteye egemen olduğunda dini otoritenin yaptırımını da kullanarak egemenliğini pekiştirmiş, dini otorite siyasi otoriteye egemen olduğunda, aynı yöntemi bu sefer dini otorite kullanmıştır.
Ortaçağın Hristiyan ve İslam dünyasında halk bu otoritelerin çıkarlarına hizmet için var olan bir teba olarak görülmüştür. Günümüzün çağdaş değerlerinden yoksun olan halk, ne siyasi, otoriteyi ne de dini otoriteyi sorgulayabilmiştir. Siyasi ve dini otoritenin mutlak doğru olarak gösterdiklerine koşulsuz olarak itaat etmişlerdir.
Koşulsuz itaat eden halk kitlesini yönetme mücadelesi, ne siyasetin siyaset gibi ne de dinin din gibi yaşanamaması sonucunu doğurmuştur.
Özellikle insanlığın en hassas yönü olan, dini inançlar her dönemde, her koşulda, her yöntemle bir takım kişilerin çıkarlarına hizmet etmek amacıyla alabildiğine kullanılmıştır. Dini inançların, siyaset adamı veya din adamı, kisvesi altındaki bir takım kişilerin çıkarları uğrunda kullanılması, kullanılmaya çalışılması ve bu uğurda yapılan mücadeleler, dinlerin birtakım mezheplere ve tarikatlara ayrılması sonucunu da beraberinde getirmiştir.
HRİSTİYANLIKTAKİ OTORİTE MÜCADELESİ VE MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞI
Hristiyanlığın Kudüs’te ortaya çıkması ve hızla yayılmasına karşı Roma İmparatorluğu önce bu dini yasaklamış ve Hristiyanları sıkı takip altına almışken daha sonra bu dine engel olamayacağını anlayan imparator Konstantin, 313 yılında yayınladığı Milano Fermanı ile Hristiyanlığı resmen tanımıştır. Bundan amaç Roma İmparatorluğu’nu parçalayabilecek bir sürecin önüne geçmek ve onu kontrol altına almaktır.
Hristiyanlığın üç yüz yıllık uygulanmasında ortaya çıkan bazı teolojik anlaşmazlıkların önüne geçebilmek ve temel bazı teolojik kurallar koyabilmek, kiliseleri başıbozukluktan kurtarıp ciddi bir organizasyona tâbi tutabilmek için İmparator Konstantin tarafından 325 yılında Hristiyan aleminin ilk ökümenik (evrensel) “Konsil”i (uyulması zorunlu dinsel kurallar koymak amacıyla din adamlarınca yapılan toplantı) İznik’te toplandı. Bu konsilde; Hristiyanlığın günümüzde de pek çoğu uygulanmaya devam eden temel kuralları konuldu. Çok değişik İncil metinleri arasından dördü (Matta, Luka, Markos, Yuhanna) incil olarak tespit edildi. Ayrıca kilise organizasyonu açısından Roma İmparatorluğu üç bölgeye ayrılarak bu bölgelerdeki kiliseleri yönetmek amacıyla Apostolik kökenli (havariler tarafından kurulmuş) Roma, İskenderiye ve Antakya kiliseleri Ökümenik Patriklik Statüsüne yükseltildi.
Kiliseler üzerinde egemenlik kurarak dini otoriteyi siyasi otoriteye katkı sağlamak amacıyla kullanmak isteyen İmparator Theodosius, o dönemde İmparatorluk merkezi olan İstanbul’da bulunan Fener Episkoposluğu’nu, 381 yılında İstanbul’da toplanan Konsile, baskı yaparak Ökümenik Patriklik statüsüne kavuşturdu. Ancak bu karar Roma, İskenderiye ve Antakya kiliselerince kabul edilmedi. Bunun üzerine imparatorlukta büyük karışıklıklar çıktı.
Theodosius’un izinden giden imparator Marcian, 451 yılındaki Kadıköy Konsilinde kendisinin hazırladığı 28 maddelik karar tasarısını zorla kabul ettirerek, Fener Patrikhanesini Hristiyanlık dünyasının tek merkezi haline getirdi. Bu kararı Roma, İskenderiye ve Antakya kiliseleri tanımadı. Bunun üzerine İskenderiye ve Antakya Kilisesi yerle bir edildi ve binlerce insan öldürüldü.
Bu dönemde Roma İmparatorluğu batı ve doğu olarak ikiye bölündüğü için Doğu Roma (Bizans) İmparatorları Roma Kilisesine bir şey yapamadılar. Roma kilisesi, daha sonra bağımsızlığını ilan ederek 325 yılında oluşturulan Hristiyan birliğinden ayrıldı. Roma İmparatorlarının, dini otoriteyi egemenlik altına almaya çalışmaları, Hristiyanlığın, Katolik ve Ortodoks olmak üzere iki mezhebe bölünmesine sebep oldu.
Ortaçağda Batı Roma İmparatorluğunun parçalanması, Feodalitenin yani siyasi otoritenin çok zayıf olduğu bir sistemin ortaya çıkması sonucunu doğurdu. Bu ortamda Avrupa’daki tek dinsel otorite olan Roma Kilisesi yani Vatikan, Siyasi otoriteye tam olarak hakim oldu. Dinsel dogmalar veya din kuralı gibi uygulanan kurallar kilisenin, devlet ve toplum yaşantısına tam olarak egemen olmasını sağladı. Hristiyanlık ve Avrupa Karanlık Çağı yaşamaya başladı. Bu dönemde Kilisenin pek çok derebeyinin topraklarına el koyması siyasi otoriteyi iyice zayıflattı.
15. Yüzyılda Almanya’da ortaya çıkan Martin Luther topraksız kalmış Alman prenslerinin, yani siyasi otoritenin de desteğini arkasına alarak Kilise egemenliğine bayrak açtı. Onun başlattığı hareket Avrupa’da kısa sürede yayılarak ayrı bir mezhebin yani Protestanlığın ortaya çıkışını sağladı. Dini ve siyasi otoritenin kavgası böylelikle Hristiyan dünyasının Katolik, Ortodoks ve Protestan olmak üzere üç mezhebe bölünmesine yol açtı.
İSLAMİYETTEKİ OTORİTE MÜCADELESİ, MEZHEPLER VE TARİKATLARIN ORTAYA ÇIKIŞI
İslamiyette Hz.Muhammet’in ölümünden sonra “Dört Halife Dönemi” adı verilen bir dönem yaşanmıştır. Hz. Muhammet, Peygamber olması nedeniyle dini bir liderdir. Ancak ortada bir devlet vardır ve bu devletin yönetilmesi söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında Hz.Muhammet aynı zamanda bir devlet başkanıdır yani siyasi bir liderdir.
Onun ölümünden sonra devleti yönetecek bir lider gereklidir. Bu lideri sahabe, yani peygamberin yakın arkadaşları seçecektir. Bu lidere de Halife ünvanı verilecektir. Halifeler Hz. Muhammet gibi hem dini hem de siyasi lider değildir. Tanımlama yapılacak olursa dini otoriteyi de kullanan siyasi lider denebilir.
Hz.Muhammet’ten sonra Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer döneminde liderlikle ilgili bir sorun yaşanmamıştır. Her iki halife de peygamberle aynı aileden, Haşimi ailesinden gelmektedir. Haşimi ve Ümeyye, ailesi İslamiyetten önce Mekke’ye hakim olan Kureys Kabilesinin, Mekkeyi yönetmek için birbiriyle sürekli mücadele halinde olan iki ailesidir. Hz.Ömer’in ölümüyle yerine Ümmeyye ailesine mensup Hz.Osman’ın geçmesi ve kendi ailesini kayıran uygulamalar yapması, İslamiyetten önceki siyasi çekişmeleri yeniden su yüzüne çıkarmıştır.
Bu huzursuzlukların bir sonucu olarak Hz.Osman’ın bir suikast sonucu öldürülmesi ve yerine geçen Hz.Ali-nin bu cinayeti aydınlatmada gerekli çabukluğu gösterememesi, Ümeyye ailesine mensup olan Şam Valisi Muaviye tarafından gerekçe olarak gösterilecek ve Muaviye kendisini halife ilan edecektir. Böylelikle İslam Devletinde iki halife ortaya çıkacaktır.
Hz.Ali ve Muaviye’nin dini liderlik değil, siyasi liderlik (Halifelik) mücadelesi iki tarafın ordularını Sıffin Savaşında karşı karşıya getirmiştir. Yapılan savaşta kesin bir sonuç alınamayınca sorunun Hakemler tarafından çözülmesine karar verilmiştir. Hakem olayında Muaviye’nin hakemi Amr İbnül As’ın, Ali’nin hakemi Ebu Musa El Eşariyi kandırması iki tarafı tekrar savaş durumuna getirmiştir. Hz.Ali-nin daha fazla kan dökülmemesi için kuvvetlerini geri çekmesi üzerine iktidar mücadelesi bir çözüme kavuşturulamamıştır. Ali, Basra’da Halifelik yaparken Muaviye, Şam’da Halifeliğini sürdürecektir.
Bir süre sonra iki lidere de yapılan suikastten Muaviyenin sağ çıkması ve Ali’nin ölmesi üzerine tek bir halife kalacaktır. Muaviye’nin Ali’nin oğulları olan Hasan ve Hüseyin’e kendi ölümünden sonra Halifeliğin kendilerine geçeceğine dair verdiği sözü tutmayıp oğlu Yezit’i Velihat ilan etmesi anlaşmazlıkları tekrar su yüzüne çıkaracaktır.
Yezit’in Halife olduktan sonra Hz.Hüseyin’i Kerbelada öldürttürmesi İslam’daki bölünmeyi net bir şekilde ortaya çıkaracaktır. Muaviye taraftarları ve onun soyundan gelenlerin egemen oldukları bölgelerdeki insanlar, kendilerini Ehl-i Sünnet veya Sünni, Hz.Ali’nin soyundan gelenlerin ve Basra, İran ve Horasanda yaşayan insanların ise Ehl-i Şia yada Şii olarak adlandırmasıyla, islam dini ikiye bölünecektir. Kısacası Hz.Muhammet’in ölümüyle ortaya çıkan siyasi liderlik mücadelesine din kisvesi büründürülmesi, İslam dininin bölünmesine, Sünnilik ve Şiilik adı verilen iki mezhebin ortaya çıkmasına sebep olacaktır.
Daha sonraki yüzyıllarda değişik din adamlarının İslam dinini şekil ve esas açısından farklı niteliklerde yorumlamaları sonucu Sünnilikte, Hanefilik, Hambelilik, Malikilik ve Şafiilik,
Şiilikte ise Caferilik, İsmailiye Zeydilik ve İmamilik gibi alt mezhepler ortaya çıkacaktır.
Sünni mezheplerle Şii mezhepler arasındaki en belirgin fark, İmanın altı şartı (Meleklere İman, Kitaplara İman, Peygamberlere İman, Ahiret Gününe İman, Kadere İman, Hayır ve Şer'in’Allahtan geldiğine İman) dışında Şiilerin on iki imam’a iman etmeleridir. Şiilere göre on bir imam gelmiş ve Şiiliğin temel öğretisini oluşturmuştur. On ikinci imam ise (İmam-ı Gaib) henüz gelmemiştir. On ikinci imam , Mehdi (Kurtarıcı) olarak beklemektedirler. Aradaki fark şekilde değil, özde olduğu için yani teolojik bir fark olduğu için Sünniler tarafından Şiilik reddedilmektedir.
Mezheplerin öğretilerinin yayılması için zamanla çok değişik bölgelerde açılan Tekkelerde yetişen binlerce din adamı kendi mezhepleri içinde kendi yorumlarını ortaya koymuş ve böylelikle “Tarikat” adını verdiğimiz din örgütlenmeleri ortaya çıkmıştır. Bunların başlıcaları şunlardır. :
SÜNNİ TARİKATLAR Şİİ TARİKATLAR
Eş’arilik Batınilik
Maturidilik Haşhaşilik
Halvetilik Bektaşilik
Ahilik Dürzilik
Bayramilik Hurufilik
Celvetilik Hüsnilik
Cemalilik Karmatilik
Cerrahilik Kazerunilik
Kadirilik Mudarilik
Kalenderilik Nusayrilik
Melamilik Vasililik
Nakşibendilik
Ticanilik
Şazelilik
Başlıca sayılan bu tarikatların her biri, onlarca alt tarikata bölünmüştür. Örneğin Şazelilik kendi içinde Arifilik, Bekrilik, Cezulilik, Fuadililik, Gazilik, Madavilik, Mustailik, Mürsilik, Nasırilik, Raşidilik, Şerefilik, Vefailik ve Zekurilik gibi on üç alt tarikata bölünmüştür.
Tarikat ve tekke örgütlenmesi, şeyh ile tarikat mensubu mürit arasında, şeyh’e koşulsuz itaat esasına dayanan bir yapılanmadır.
Şeyh mutlak doğruları söyleyen, mutlak doğruları yapan, mutlak itaat edilmesi gereken muhterem bir kişidir. Şeyh asla hata yapmaz. Müritin görevi olgunluk düzeyine yükselene kadar bir takım eziyetlere, çilelere katlanmaktır.
Örneğin tarikatlardan birine girecek olan kişi tarikatın bir üyesi olana kadar üç yıl dokuz gün şu görevleri yapmak zorundadır. 40 gün dört ayaklı hayvanların bakımı 40 gün süpürge işi, 40 gün su çekme, 40 gün yatak serme ve kaldırma, 40 gün odun kesmek, 40 gün yemek pişirmek, 40 gün alış veriş yapmak, 40 gün dervişler meclişine hizmet etmek. Bu görevlerin bitiminden sonra üç yıl dokuz gün tamamlanana kadar bu işler baştan başlayarak tekrar edilir.
Buradan da görüleceği gibi tarikat örgütlenmesi bünyesine alacağı bir kişinin öncelikle kişilik özelliklerini yok edecek, düşünmeden, araştırmadan koşulsuz itaat eden müritler yaratmayı amaçlamaktadır. Bu süreçten geçen bir kişi, Şeyhinin ve tarikatın ileri gelenlerinin söylediklerini mutlak doğru olarak kabul edip verdikleri görevleri düşünmeden, tartışmadan, görüş öne sürmeden yapmaktadır.
Buna en belirgin örnek olarak Hasan Sabbah’ın Haşhaşilik tarikatı verilebilir. Hasan Sabbah’ın Alamut kalesinde yetiştirilen müritler, daha sonra kendilerine verilen görev doğrultusunda, öldürüleceklerini bile bile pek çok kişiye suikast yapmışlar ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde dehşet saçmışlardır.
İsrail’de vücutlarına bağladıkları bombalarla insanların kalabalık olduğu yerleri havaya uçuran ve yüzlerce insanın ölümüne sebep olan Haimas miltanlarının
ve Almanya’da örgütlenmiş İslami Cemiyet ve Cemaatler Birliğinin başında bulunan Metin KAPLAN’ın verdiği direktif doğrultusunda kiraladıkları bomba dolu uçakla 29 Ekim 1998’de Anıtkabire intihar dalışı yapmayı planlayan militanların, organizasyon, amaç, yöntem ve uygulama açısından Hasan Sabbah’ın Müritlerinden hiçbir farkı yoktur.
Kısacası, Tarikat örgütlenmeleri, bir şeyhin mutlak güdümünde düşünme ve aklını kullanma becerisinden yoksun bırakılmış, şeyhinin her söylediğini mutlak doğru olarak kabul eden yaratıklar sürüsü yetiştirmeyi amaç edinmiş, İslam ve İnsanlık düşmanı oluşumlardır.
TÜRKLERİN İSLAMİYETE GİRİŞİ, AYRILIKLAR VE ANADOLU İSLAM ANLAYIŞI
Türkler, Sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren İslam dinine girmeye başlamışlardır. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulmasından kısa bir süre sonra da Tuğrul Bey döneminde Abbasi Halifesi Türklerin koruması altına girmiştir. Bundan sonra Türkler İslam dininin hem bayraktarlığını hem de korumalığını yapmışlardır.
Anadolu’ya göç eden Türkler göç yolları üzerindeki İslam mezheplerinden etkilenmişler ve bu mezheplere girmişlerdir. Genel bir değerlendirme yaparsak Anadoluda yerleşik hayata geçen Türkler daha çok sünni mezhepleri tercih etmişler, göçebe yaşayanlar ise islam dininin kurallarıyla, Türk gelenek ve göreneklerini kaynaştırarak Alevi İslam anlayışını ortaya çıkarmışlardır.
Türkler hangi mezhepten olurlarsa olsunlar İslam dinini geniş bir hoşgörü çerçevesi içinde ele almışlar ve bu çerçevede yaşamışlardır. Bu hoşgörüyü hem kendi dinlerinden olanlara hem de başka dinden olanlara alabildiğine göstermişlerdir. Gerek Sünniliği gerekse Aleviliği benimsemiş olan Türkler asla biribirleriyle çatışmaya girmemişlerdir. Anadolu’daki Sünni ve Alevi anlayışının iki somut oluşumu olan Mevlevilik ve Bektaşiliğin temel felsefesi, insan sevgisi ve hoş görüdür. Araplar daha dört halife döneminde İslamı siyasallaştırmışken Türkler toplum dokusunun güçlenmesinde önemli bir katkı olarak değerlendirmişlerdir.
YAVUZ SULTAN SELİM-ŞAH İSMAİL ÇATIŞMASI, HALİFELİĞİN OSMANLILARA GEÇMESİ VE İSLAMIN SİYASALLAŞMASI
16.yüzyılın başlarında İran’daki Safavi Devleti’nin başına geçen Şah İsmail, devletinin sınırlarını genişletmek ve Anadolu’ya hakim olmak için yoğun bir çalışma içine girecektir. Bu amacına ulaşmak için Şii İslam inancını bir kılıç gibi kullanacak ve Anadolu'da giriştiği propoganda faaliyetleriyle taraftar toplamaya çalışacaktır. Kısacası siyasi amaçlarına ulaşmak için halkın inancını siyasete alet edecektir. Osmanlı Devleti’nin geleceği açısından bu durumu çok tehlikeli gören Yavuz Sultan Selim, Şehzadeliği döneminde başlattığı mücadeleyi Padişah olduktan sonra da yoğun olarak sürdürecektir. Özellikle Alevi gruplar arasında faaliyette bulunan propogandacılar yakalanacak ve idam edilecektir. Çaldıran Seferi sırasında bu öldürmeler doruk noktasına çıkacaktır. Çaldıran Seferi ile Osmanlı Devleti’nin birliği pekiştirilecek ancak inançların siyasallaştırılması Sünni ve Alevi inancına sahip olan insanlarımızın zaman içinde biribirlerini hasım gibi görmelerini sağlayacak süreç te başlamış olacaktır.
Özellikle Yavuz’un Mısır Seferiyle Halifeliğin Osmalılara geçmesiyle birlikte zaman içinde köklü Türk Devlet Gelenekleri yerine Abbasi devletinin din merkezli devlet yönetim sistemi Osmanlı devlet yönetimine hakim olmaya başlayacaktır.
Alınan kararların ve yapılan uygulamaların din kurallarına uygun olup olmadığı konusunda fetva verme yetkisine sahip olan Şeyhülislamların devlet yönetimindeki etkinlikleri zaman içinde artacaktır. Bu dönemde Osmanlı devleti yönetimine Türkler yerine devşirmelerin getirilmesi köklü Türk Devlet Geleneğinin etkinliğini her geçen gün daha da azaltacaktır. Bu durum en belirgin olarak bilim ve eğitim, öğretim kurumlarındaki çöküşle kendini gösterecektir. Celali isyanlarının toplumsal sebeplerini araştırmak yerine buna medreselerde yeterince din eğitimi verilemediği tespiti yapılarak pozitif bilimlerin medreselerdeki öğretimi bir Şeyhülislam fetvasıyla yasaklanacaktır. Siyasi otorite, dini otoriteden yararlanılarak güçlendirilmeye çalışılırken dini otorite ve dini dogmalar her geçen gün siyasi otoriteyi kendi denetimi altına almıştır. Niteliksiz padişahların iş başına geçmesi, rüşvet ve iltimasla devlet yöneticilerinin gene niteliksiz kişilerce ele geçirilmesi çöküşü geri dönülemez noktaya getirmiştir.
Taasubun ve bağnazlığın hangi boyutlara ulaştığını aşağıdaki örnekler açıkça göstermektedir;
Savaş alanlarında ardarda yenilgiler alınması üzerine Padişah III.Mustafa Prusya Kralı Fredericht’ten uygun savaş zamanını yıldızlara bakarak tespit edecek olan müneccimler isteyecektir.
Ünlü astronom Takıyüddin’in Üsküdar’da kurmuş olduğu rasathane, devrin Şeyhülislamı tarafından “meleklerin bacaklarını seyrediyorlar” gerekçesiyle yıktırılacaktır.
Tanzimat’tan sonra açılan ortaokullarda,coğrafya derslerinde harita kullanılması “Allahın yarattıklarının tasvirini yapmak ve kullanmak günahtır” gerekçesiyle yasaklanacaktır.
Tanzimat döneminde Mustafa Behçet Efendi tarafından kaleme alınan sözde tıp kitabında “Suçlu bir kimseye bıldırcın dili yedirilirse, sorgu sırasında bütün suçlarını itiraf eder”
veya “Karnabahar tohumu dört sene sonra dikilse bu tohumdan şalgam ve şalgam tohumu dört sene sonra dikilse karnabahar çıkar” şeklinde saçma sapan ifadeler yer alacaktır.
Bu zihniyetle yönetilen Osmanlı Devleti’nin çöküsü sürpriz olmamıştır.
ATATÜRK REFORMLARI, DEVLET VE TOPLUM YAŞAMINA AKIL VE BİLİMİN EGEMEN OLMASI
Atatürk, Çağdışı bir devletin çağdışı toplum yapısını yaşayarak yetişmiştir. Böyle bir devlet ve toplum yapısıyla hiçbir şey yapılamayacağını daha okul sıralarındayken anlamıştır. Başarılı meslek yaşamı, milletine önderlik etme fırsatını kendisine tanıyınca, özellikle siyasi bağımsızlığı sağlayıcı mücadeleyi, yani Türk Kurtuluş Savaşını başarıyla sonuçlandırmış, ardından çok daha zor olan toplumsal dönüşüm hareketini başlatmıştır.
Öncelikle, toplumsal dönüşümü sağlamanın ön koşulu olan çağdışı saltanat rejimi kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş ve halifeliğin kaldırılmasıyla siyasi altyapı hazırlanmıştır.
Ardından 3 Mart 1924 tarihinde, fetvalar aracılığıyla devlet ve toplum yapısını dinsel dogmalara uygun hale getiren, Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak devlet ve toplum yapısını laikleştirmenin temeli atılmıştır. Çağdışı eğitim kurumları kaldırılarak, Eğitim ve Kültür alanında ard arda büyük atılımlar yapılmıştır. Türk toplumunu çağdışı kılan uygulamalar birer birer kaldırılarak çağdaş topluma giden yolun önü açılmıştır. Hukuk sistemi baştan sona pozitif hukukun gerekleriyle donatılmıştır. “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir.” Felsefesiyle, devlet ve toplum yaşamına egemen olan kuralların akla ve bilime dayandırılması demek olan Laiklik, bir yaşam tarzı olarak benimsenmiştir.
“Ben size hiçbir dogma, hiçbir nassı katı, hiçbir donnuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir. Aklın ve bilimin rehberliğini kabul edenler, manevi mirasçılarım olurlar” sözüyle akıl ve bilim temeliyle kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” gençlere emanet etmiştir.
KARŞI DÖNÜŞÜM HAREKETİ VE TÜRK MİLLETİNİ ÇAĞ DIŞINA SÜRÜKLEME ÇABALARI
Cumhuriyet Dönemiyle beraber Atatürk, dini otoriteyi, siyasi otoritenin egemenliği altına almaya çalışmamış, dini, otorite olmaktan çıkararak insanların vicdanına bırakmıştır. Yasal ve Anayasal düzenlemelerle halkın dini duygularının istismar edilmesinin önüne geçilmiştir.
Türkiye’de çok partili döneme geçişle birlikte çok farklı siyasi düşünceler, belli bir program çerçevesinde siyasi parti örgütlenmeleri içinde temsil edilmeye başlanmıştır. Parti programlarıyla halkın karşısına çıkıp iktidar için oy isteyen siyasi partiler, zaman içinde kendi parti programlarında ve söylemlerinde dini motiflerden yararlanmaya başlamışlardır. Halkın dini duygu ve düşüncelerini istismar ederek siyasi çıkar sağlamaya çalışan politikacılar bu uğurda Atatürk döneminde alınan önlemleri, yasalara aykırı bir biçimde yaptıkları uygulamalarla etkisiz hale getirmeye çalışmışlardır. Siyasi çıkar uğrunda, Cumhuriyetin ilk döneminde kapatılan ve yer altına inen tarikatlar, bu konudaki yasalar hiçe sayılarak meşru hale getirilmeye çalışılmış , hatta bu tarikat şeyhleriyle oy pazarlığına girişilmiştir. Bu uğurda tarikat ileri gelenleri Meclise seçilmiş, hatta siyasetin üst kademelerine kadar yükselebilmiştir. Din, siyasete alet edilirken, gerek devlet ve gerekse toplum yaşantısında dinsel motifler ön plana çıkarılmıştır. Din istismarına çanak tutan, hatta bunu bizzat yapan siyasi partiler iktidara geldikleri dönemlerde, devlet kadrolarına kendi yandaşlarını yerleştirmek için ellerinden gelen bütün gayreti göstermişlerdir.
Aydın din adamı yetiştirmek amacıyla açılan imam Hatip Okullarının niteliği değiştirilerek sayıları arttırılmış ve adeta belli bir siyasi düsüncenin yeşerdiği alanlar haline getirilmiştir. Buradan yetişen gençlerin, Eğitim Fakülteleri ile Siyasal Bilimler Fakültelerinin Kamu Yönetimi bölümü ve Hukuk Fakültelerine girmeleri özendirilmiş ve geleceğin öğretmen, Kaymakam, Vali, Hakim ve Savcıların kendi düşüncelerinden olmaları için gerekli altyapı hazırlanmıştır.
Tarikat örgütlenmesine büyük önem verilmiş, bizzat bazı devlet görevlilerinin koruma ve gözetimi altında tüm ülke çapına yayılmıştır. Camilerde, resmi ve denetim dışı Kuran Kurslarında İmam Hatip Okullarında, dini vakıf ve derneklerde, özel pansiyon ve yurtlarda, medrese adı verilen yasadışı, gizli eğitim kurumlarında, yurtiçi ve yurt dışında açılmış özel okullarda belli tarikatların söylem ve öğretileri gencecik beyinlerimize belletilerek adeta militan yetiştirilmiş ve bu faaliyetler tabana yayılarak, devletin siyasetin ve toplumun dinselleştirilmesi çalışmalarında önemli mesafeler alınmıştır.
Kendi nesillerini yetiştirme doğrultusunda, “amaca giden her yol mübahtır prensibinden hareketle, Cumhuriyet’e, laik toplum yapısına, laik ve demokratik sitemin kurucusu olan Atatürk ve onun mücadele arkadaşlarına, her türlü yalan ve iftira ile saldırmaktan kaçınmamış hatta bunu, mücadelelerinin en başta gelen gereği saymışlardır.
Türk toplumunu milletten ümmete, çağdaşlıktan çağ dışılığa, aydınlıktan karanlığa sürüklemek için büyük gayret sarfetmişler, insanların kafasına “din” adına, dinle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yığın safsatayı sokmaya çalışmışlar ve bunda önemli başarılar elde etmişlerdir.
Örneğin Nakşibendilere göre kadın saptırıcıdır, erkeğe göre eksiktir, duygularının geçici isteklerinin esiridir,kadın eli sıkılmaz, kadınla konuşulmaz, kaçınılmaz bir durum sonucu konuşulursa onun yüzüne bakmakla doğru değildir, kötü eğilimlere yol açar. Kadınla karşılaşınca öne, yere bakmak gerekir. Yolda kadının önde erkeğin arkada yürümesi şeytana uymaktır. Kadın kesinlikle örtünmelidir. Gerekmedikçe dışarı çıkmamalıdır. Kadını kocası dövebilir, Kadın yalnızca Kur’an dinlemeyi ve okumayı öğrenmelidir. Kadının evinin dışında bir görevi ve işi olamaz.
Bir kızda, kadınlık belirtileri görülmeye başlayınca evlendirilmelidir. Evlendirilmezse bir takım sapmalara ana babaya karşı dik başlılık etmeye yol açar. Nakşi olmayana kız verilmez ve Nakşi olmayandan kız alınmaz. Zekat, sadaka ve kurban ancak Nakşibendiler için hizmet veren kişi ve kurumlara verilmelidir. Nakşibendiliğe aykırı davrananlar suçludur. Suçlular şeyhin emriyle başı kesilerek öldürülmelidir. Kan akmalıdır ki toprak suça tanıklık etsin. Radyo, telefon, televizyon ve sinemadan uzak durulmalıdır. Giyim kuşam şeklini şeyh belirler. Erkeklerin alta şalvar ,üstte cübbe giymeleri ve sarık sarmaları zorunludur. Gömlek giyildiğinde yakasız gömlek tercih edilir ve beden hatlarını ortaya çıkarıp kadınlarda şehvet uyandırmamak için gömlek şalvarın içine sokulmaz. Kadını kendisiyle evlenmesi yasak olmayan bir kimse ile el sıkışırsa el zinası yapmış sayılır. Herhangi bir mekanda bir erkekle göz göze gelmek göz zinasıdır. Bir erkekle bir kadının konuşması dil zinasıdır. Erkek elinin değdiği iç çamaşırlarını giyen bir kadın zina yapmış sayılır. Bu nedenle giysilerin kadın elinden çıkması gereklidir.
Nakşibendiliğin bir kolu olup, daha sonra kendi mecrasında gelişen bir diğer tarikat da Nur tarikatı veya Nurculardır. Tarikat ismini Said-i Nursiden alır. Said-i Nursi tarafından kaleme alınan 130 civarında risale, Nur öğretisinin temelini oluşturur. Yukarıda belirttiğimiz. Nakşibendilerin benimsedikleri esasları aynen benimserler. Gizli olarak açtıkları medreselerde, Said-i Nursinin hemen tamamı dinle ilgisi olmayan, saçma sapan bilgileri öğrencilerine öğretirler.
Nurculara göre Said-i Nursi yüceltilmesi gereken adeta peygamberlerle eşdeğer bir kişiliktir. Said-i Nursi için kullanılan “Muhterem Üstadım efendim hazretleri, bülbül-ü bağıstan-ı Kur’an, eyyülhel üstad-ül muhterem, üstad-ı ekremin efendim hazretleri” hitabı sanırım bunun örneğidir.
Said-i Nursi risalelerin bir güç tarafından kendisine yazdırıldığını yani bir bakıma peygamber olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmektedir. “Artık senelerce ilim tahsili için koşup yorulmaya ve vilayet yollarında kırk sene seyahat etmeye ihtiyaç kalmadı. Aziz arkadaşımız gözünü aç,gerçeği bu yakın zamanda risale-i Nur’da bulacaksın, evet aziz üstadımız (bir sene risaleleri ve bu dersleri kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir alimi olabilir) müjdesini ve tesellisini insanlığa vermek ancak size nasip olmuştur” gibi özlü sözlerle Nur risalelerini yüceltmektedir.
Nur risalelerinde pek çok konunun yanında “Din kitapları asırlardır haber verdiği halde ilim adamlarının çözemedikleri bir gerçek vardır ki o da, 7 kat arştır. 7 kat arştan maksat, Dünya, Merih, Erendiz, Sekendiz, Uranus, Neptün, Piliton gezegenleridir. Erendiz arş-ı âzamdır, dördüncü kat sema olan Sekendiz, cennettir, Piliton’un uyduları olan sitreyi münteha, güneşin kürsi, arzı tilek ve çulpan ise cehennemdir”
veya “3000 sene sonra, Türkiye’de yazlar soğuk kışlar ise sıcak olacaktır” gibi önemli (!), derin (!) bilimsel tespitlerde bulunulmaktadır.
Said-i Nursi-ye göre “Nur risalelerini okuyan kişi, okuduğundan hiçbir şey anlamasa da bu risalelerin şahs-ı manevisi sayesinde alim olmuş sayılır.”
21 nci yüzyılın eşiğinde insanlarımız böyle saçma sapan öğretilerle akıl ve bilim ekseninden uzaklaştırılmaya ve ortaçağ Avrupasındaki karanlığa mahkum edilmeye çalışılmaktadır.
SONUÇ
Atatürk’ün açmış olduğu Aydınlanma Çağında Türk milleti önemli mesafeler katetmiştir. Akıl ve bilimi temel alan bir nesil yetiştirilmiştir. Bu nesil, 21 nci yüzyıl Türkiye’sinin mimarı olacak bir nesildir.
Ancak, Türkiye’de bunun yanında bilerek yada bilmeyerek çok büyük bir hata yapılmıştır. Bu hata çağdaş, bir neslin karşısında değişik kurum ve kuruluşlarda yetiştirilen bağnaz bir nesil çıkarmak olmuştur. Bu iki nesil, birbirinin tez ve antitezidir.
Bu iki neslin uzlaşması imkansızdır. Cumhuriyet Türkiye’sinde demokrasinin ve çağdaş devletin imkanlarından ve ortamından yararlanarak yetiştirilen, kul ve mürit özelliklerine sahip nesil, mutlaka ve mutlaka gün gelecek kendi inandırıldıkları rejimi oluşturmak için çağdaş kadrolarla açık bir çatışma içine girecektir. Bu çatışmayı inançlarının bir gereği saymaktadırlar. Devlet, kendini yıkabilecek potansiyel tehlikeyi kendi eliyle oluşturmuştur. Bu kesimin en büyük ve en etkili silahı din istismarıdır. Din istismarı ile büyük kitlelerin harekete geçirilebilmesi, yaşanan örneklerden de görüldüğü üzere mümkündür. Bu tehlikenin görülememesi veya savsaklanmasının en önemli sebebi, olayın bir inanç meselesi olarak değerlendirilmesidir. Hatta bu doğrultuda demokratik ve çağdaş bazı aydın ve devlet adamları bu kesimle uzlaşma arayışı içine girmişlerdir.
Ancak unutulmaması gereken bir şey vardır. Demokratik ve çağdaş nitelikli insan tartışabilir, görüşlerinde düzeltme yapabilir, uzlaşma uğrunda bazı tavizlerde bulunabilir. Dogmatik nitelikli insan ise asla uzlaşamaz. Uzlaşmaması inandığı dogmaların kaçınılmaz sonucudur. Uzlaşma bir takım tavizleri gerektirir. Oysa bu tipte bir kişi taviz verdiği anda, inançlarının gereklerine aykırı hareket ettiğine inanır. Günahkar hatta kafir olduğuna inanır. Bu nedenle uzlaşmaya çalışan çağdaş aydın sadece karşı tarafa taviz verir ve kendi kendini aldatır.
Türk insanını ve Türk toplumunu bu inanç cellatlarının elinden kurtarmanın en etkili yolu gerekli toplumsal ve siyasal iradeyi gösterip onların yöntem ve teknikleriyle en iyi mücadele yöntemini, yani hukuku kullanmak ve insanlarımızın inançlarına konan ipoteği kaldırmaktır. Onları çağdışı eğitim ve öğretim olanaklarından yoksun bırakmak, çağdaş eğitim kurumlarında düşünen, sorgulayan, aklını kullanma becerisiyle azami donatılmış nesiller yetiştirmektir.
Türk insanının kendi geleceğine yönelik önünde iki terchi vardır.Çağ dışı dogmalara mahkum,ümmetçilik esasına dayalı,şeyhinin söylediklerine koşulsuz itaat eden,kul ve mürit olmayı erdem sayan,bir kişinin veya grubun güdümünde yönetilen çağ dışı bir toplum mu olacaktır?
Yoksa, Atatürkçü Düşünce Sistemi’ni,çağdaş ve evrensel değerleri benimsemiş,Atatürk Milliyetçiliği’ne bağlı,aklı ve bilimi temel hareket noktası alan,laik ve demokratik bir toplum mu olacaktır?... Türk insanının engin sağ duyusuyla gerçek yolu yani Atatürk’ün gösterdiği akıl ve bilim yolunu seçeceğine inancımız tamdır.