İSLAMİYET
 
  KUVA-Yİ MİLLİYE
  KIZILAY'A BAĞIŞ
  (REKLAM) İNTERNETTEN KOLAY PARA KAZANMA
  ŞANLI BAYRAĞIMIZ
  İSTİKLAL MARŞI
  İSTİKLAL MARŞI (SESLİ)
  VATAN KAVRAMI
  ÇOK ÖNEMLİ GERÇEKLER (TEHLİKELİ SÜREÇ)
  TÜRKİYE'NİN YER ALDIĞI KURULUŞLAR
  TÜRK ve İSLAM DÜNYASI KÜLTÜR,YARDIMLAŞMA ve DAYANIŞMA DERNEĞİ
  TÜRK ve İSLAM DÜNYASI KÜLTÜR,YARDIMLAŞMA ve DAYANIŞMA SPOR KULÜBÜ
  TÜRKİYE'YE YÖNELİK İÇ VE DIŞ TEHDİTLER
  İÇTEKİ SORUNLAR
  İÇTEKİ SORUNLAR-2
  ERMENİ SOYKIRIM YALANI
  ERMENİ SOYKIRIM YALANI-2
  ERMENİ SOYKIRIM YALANI-3
  TÜRKİYE'DE TERÖR VE AMAÇLARI
  ERMENİ TERÖR ÖRGÜTLERİ
  TERÖR ÖRGÜTÜ PKK'NIN YURT DIŞINDAKİ FAALİYETLERİ VE PARA KAYNAKLARI
  ABD-AB VE SİYONİZMİN HAİN PLANLARI
  ABD-AB VE SİYONİZMİN HAİN PLANLARI-2
  ABD VE AB'NİN TÜRK VE İSLAM DÜŞMANLIĞI
  DİNLER ARASI DİYALOG ALDATMACASI
  ABD'NİN ''HZ. MUHAMMED'SİZ YENİ İSLAM DİNİ'' PROJESİ
  A.B. GERÇEĞİ
  B.O.P. GERÇEĞİ
  B.O.P. HARİTASI
  NATO GERÇEĞİ
  GÜMRÜK BİRLİĞİ GERÇEĞİ
  FENER RUM PATRİKHANESİ GERÇEĞİ
  İNGİLİZ CASUSUNUN İTİRAFLARI
  AVRUPA'NIN TÜRKİYE'YE BAKIŞI
  MİSYONERLİK FALİYETLERİ
  DİKKAT
  MİLLETİMİZ
  MİLLETİMİZ-2
  İSLAMİYET
  İSLAMIN KAYNAKLARI
  İSLAMIN DELİLLERİ
  İSLAM MUCİZELERİ
  TEVHİT İNANCI
  İSLAMİ İLİMLER
  TASAVVUF
  İSLAMDA YARGI BAĞIMSIZLIĞI
  KUR'AN-I KERİM
  İNİŞ SIRASINA GÖRE SURELER
  KURAN MUCİZELERİ
  KURAN MUCİZELERİ-2
  DAVET
  ALLAH
  ALLAH'IN SIFATLARI
  ALLAH'IN 99 İSMİ
  BİR AYET-İ KERİME
  PEYGAMBERİMİZİN HAYATI
  PEYGAMBERİMİZİN SÖZLERİ
  PEYGAMBERİMİZİN SÜNNETLERİ
  PEYGAMBERİMİZİN MUCİZELERİ
  PEYGAMBERİMİZ'İN MUCİZELERİ-2
  HZ.MUHAMMED
  HZ.MUHAMMED-2
  HZ. MUHAMMED-3
  HZ. MUHAMMED-4
  HZ.MUHAMMED-5
  PEYGAMBERLER
  PEYGAMBERLERİN HAYATLARI
  PEYGAMBERLERİN SIFATLARI
  PEYGAMBERİMİZE YAPILAN SAYGISIZLIKLAR
  MELEKLER
  CİNLER
  ŞEYTAN
  ABDEST
  ABDESTİN ALINIŞI
  GUSÜL ABDESTİ
  TEYEMMÜM
  İBADET
  İBADETLERİN FAYDALARI
  EZAN
  CAMİ
  NAMAZ NASIL KILINIR
  NAMAZ DUALARI
  ORUÇ
  ZEKAT
  HAC
  CİHAT
  ESHAB-I KEHF
  ESHAB-I KİRAM
  TABİİN
  TEBE-İ TABİİN
  EHLİ BEYT
  SEYİD-ŞERİF
  MÜSLÜMAN
  TAKVA
  EVLİYA
  MÜNAFIK
  KAFİR
  FARZ
  32 FARZ
  54 FARZ
  VACİP
  SÜNNET
  RAHMET
  HELAL-HARAM
  SEVAB
  MÜBAH
  GÜNAH
  BÜYÜ
  MUSKA
  DUA
  DUALAR
  DUALAR-2
  MUCİZE
  KERAMET
  FİRASET
  İSTİDRAC
  KIYAMET VE ALAMETLERİ
  MEHDİ
  DECCAL
  MEZHEP
  TARİKAT VE TARİKATLER
  UYARI
  İSLAM TARİHİ
  İSLAM TARİHİ-1
  İSLAM TARİHİ-2
  İSLAM TARİHİ-3
  İSLAM TARİHİ-4
  İSLAM TARİHİ-5
  İSLAM TARİHİ-6
  İSLAM TARİHİ-7
  İSLAM HALİFELERİ
  İSLAM HALİFELERİNİN HAYATLARI
  İSLAM BÜYÜKLERİ
  İSLAM KONFERANSI ÖRGÜTÜ
  KUTSAL TOPRAKLAR
  TÜRK-İSLAM ÜLKELERİ
  KUTSAL EMANETLER
  ZEMZEM SUYU
  MÜBAREK GECELER
  DİNİ VE MİLLİ BAYRAMLARIMIZ
  MÜSLÜMANLARA YAPILAN KATLİAMLAR
  MÜSLÜMANLARA YAPILAN KATLİAMLAR-2
  MÜSLÜMANLARA YAPILAN KATLİAMLAR-3
  MÜSLÜMANLARA YAPILAN KATLİAMLAR-4
  İLAHİ
  İLAHİ-2
  İLAHİ-3
  İLAHİ-4
  İLAHİ-5
  İLAHİ-6
  İLAHİ-7
  İLAHİ-8
  İLAHİ-9
  İLAHİ-10
  İLAHİ-11
  İLAHİ-12
  ŞARKI
  ŞARKI-2
  ŞARKI-3
  ŞARKI-4
  ŞARKI-5
  ŞARKI-6
  ŞARKI-7
  ŞARKI-8
  ŞARKI-9
  ŞARKI-10
  ŞARKI-11
  ŞARKI-12
  ŞARKI-13
  ŞARKI-14
  ŞARKI-15
  ŞARKI-16
  ŞARKI-17
  KURTULUŞ SAVAŞI
  MİSAK-I MİLLİ KARARLARI
  MİSAK-I MİLLİ HARİTASI
  CUMHURİYET
  T.C. TARİHİ
  T.C. HARİTASI
  ATATÜRK'ÜN HAYATI
  ATATÜRK İLKELERİ
  ATATÜRK İNKİLAPLARI
  ATAMIZIN SÖZLERİ
  NUTUK
  GENÇLİĞE HİTABE
  ATAMIZIN RESİMLERİ
  ATAMIZIN RESİMLERİ-2
  T.C. ANAYASASI
  T.C. KANUNLARI
  ŞEHİTLİK
  ŞEHİTLERİMİZ
  ŞEHİTLERİMİZ-2
  TÜRK EVLADI
  KURUM ÖRNEĞİ
MÜSLÜMANLARA YAPILAN KATLİAMLAR
 

25/9/2009

BOSNA, KOSOVA VE MAKEDONYA... BALKAN MÜSLÜMANLARI BIR SAVAŞTAN

 

20. yüzyılın son dönemecinde dünya çok büyük bir soykırıma daha sahne oldu. 1992 yılında başlayan bu soykırım boyunca yüz binlerce insan topraklarından sürüldü, hayatını kaybetti, toplama kamplarına kapatıldı, insanlık dışı işkencelere maruz kaldı. Önce Bosna, sonra Kosova'da yürütülen bu büyük soykırımın en önemli özelliği ise, tüm dünyanın gözleri önünde, Avrupa ülkelerinin hemen yanıbaşında ve onların da desteğiyle devam etmesiydi. 

Bosna'daki vahşet 1992'de başladı ve 1995 baharına kadar sürdü. Ve bu savaş boyunca tarihte eşine az rastlanır bir vahşet yaşandı. Sırplar tarafından öldürülen Bosnalı Müslümanların sayısı 200 bini aştı, 2 milyon insan evlerinden sürüldü, 50 bine yakın Müslüman kadına tecavüz edildi. Daha sonra da Kosova'da benzer vahşet sahneleri yaşandı.  
 

Osmanlı'dan Kalan Tüm İzleri Yok Etmek 

Balkan topraklarında yaşayan Müslümanların maruz kaldıkları bu zulmü anlayabilmek için, öncelikle bu bölgenin yakın tarihine göz atmak gerekir. Bilindiği gibi, Yugoslavya Federasyonu dağıldıktan sonra, nüfusunun çoğu Müslüman olan birlik bölgelerinin bağımsızlığa doğru gitmesi bazı ülkelerde rahatsızlık yarattı. Çünkü Avrupa'nın ortasında bağımsız Müslüman devletlerin kurulması, dahası bu kurulan ülkelerin kendi aralarında bir birlik oluşturmaları ihtimali, İslam medeniyetinin Batılı devletlerin çok yakınına kadar gelmesi demekti. İşte bu nedenle Balkanlar'daki Müslümanlar, bazı Batılı ülkelerin gizli teşvikiyle ve aynı devletlerin güvenlik şemsiyesi altında Sırplar tarafından büyük bir soykırıma uğratıldılar. 

Bosna-Hersek'te yaşanan feci uygulamalar daha zihinlerden silinmeden, bu kez de Yugoslav Cumhuriyetlerinden Kosova'da, ikinci bir Sırp vahşeti başladı. Bu olaylara tarihsel açıdan bakıldığında, Sırpların 600 yıl önce aldıkları mağlubiyetin acısını çıkarmaya çalıştıkları ortaya çıkıyordu. Çünkü Sırplar Kosova'daki Müslüman Arnavutları "Osmanlı'nın devamı" olarak görmekte, bu nedenle de onlara yönelik bir asimilasyon politikası uygulamakta, daha doğrusu Osmanlı'dan kalan tüm izleri yok etmeye çalışmaktaydılar.

Sırpların Osmanlı'ya, dolayısıyla Türkler'e kini, bundan 6 asır öncesine dayanmaktadır. 1389'da Priştina'nın kuzeybatısında yaşanan ve 1. Kosova Savaşı olarak tarih kitaplarına adını yazdıran savaşta, l. Murat kendini elçi olarak tanıtan bir Sırplı tarafından hançerlenerek ağır yaralanmış; kazanılan galibiyeti gördükten sonra hayatını yitirmişti. Osmanlı'nın Kosova'daki ikinci büyük zaferi ise 1448 yılında gerçekleşti. Osmanlı padişahı 2. Murat yine Sırpların başını çektiği Haçlı ordusuyla karşı karşıya kaldı ve galip geldi. 2. Kosova Savaşı sonrasında Türkler Balkanlar'a artık iyice yerleştiler. 

Balkanlar Osmanlı idaresinde kaldığı asırlar boyunca hiçbir önemli etnik sorun yaşamamış, huzur ve güven ortamı hakim olmuştur. Ancak Osmanlı içinde milliyetçilik duygularını kışkırtarak Balkan savaşlarının çıkmasına sebep olan Batılı güçler, Balkan savaşları sonrasında burayı yeniden şekillendirmişlerdir. Bu yeni düzenleme, Balkanlar'ı potansiyel bir savaş alanı haline getirmiştir.  
 

"Büyük Arnavutluk" Korkusu ve Kosova 

I. Dünya Savaşı'nın ardından imzalanan Versailles anlaşmasıyla çizilen Balkan haritasında ilginç bir nokta hemen dikkati çeker: Balkanlar'da önemli bir nüfus olan Arnavutlar tek bir devlet çatısı altında birleştirilmek yerine, çeşitli devletler içinde dağınık olarak bırakılmışlardır. Peki Arnavutluk sınırları çizilirken niçin bütün Arnavutlar Arnavutluk sınırları içinde toplanmamıştır?

Bu sorunun cevabı, günümüzde yaşanan çatışmaların da temel nedenidir. Uluslararası güçler burada Müslüman bir halk olan Arnavutların, "Büyük Arnavutluk" devletini oluşturmasını çıkarlarına uygun bulmuyorlardı. Son on yıldır devam eden sorunun bir türlü çözüme kavuşturulmamasının nedeni de hala aynı düşüncedir. Eğer Kosova'nın bağımsızlığı tanınırsa, Balkanlar'ın güneyinde "Büyük Arnavutluk" kurulabilir. 

Arnavutluk'un %95'ten fazlası Arnavut nüfustan oluşmaktadır. Makedonya sınırları içinde %35 oranında önemli bir Arnavut nüfus vardır. Karadağ'da 50 bin civarında Arnavut nüfus yaşamaktadır. Kosova ise, Yugoslavya içindeki Arnavutların büyük bir kısmının toplandığı bölgedir. Birbirleri ile sınırları olan bu ülkeler ya birleşir de Avrupa'nın ortasında Büyük Arnavutluk'u kurarlarsa? İşte Batılı güçlerin korkularından biri budur. 

Buradaki korkunun etnik kökenden çok dini kökenle ilgili olduğuna da dikkat çekmekte yarar vardır. Tıpkı Bosna'da olduğu gibi, burada da nüfus çoğunluğu Müslüman olacak bir devlet "sakıncalı" görülmektedir. 
Günümüzde hala geçerli olan bu hesap, I. Dünya Savaşı'nın ardından çizilen Balkan haritasında da önemli rol oynadı. Bu yüzden Arnavutlar I. Dünya Savaşı sonrasında hep parçalanmış bir millet olarak yaşadılar. 

Arnavutlar, II. Dünya Savaşı'nın ardından, komünist rejimlerin yönetimi altında kaldılar. Kosova ve Makedonya Arnavutları, Tito'nun komünist Yugoslavyası'nın sınırları içinde kalırken, Arnavutluk daha da baskıcı ve zalim bir rejim olan Enver Hoca diktasının eline geçti. 

Komünist sistemin yıkılmasının adından ise, "Birleşik Arnavutluk"u İslami kimliği nedeniyle bir tehlike olarak algılayan güçler yeniden harekete geçtiler. Bu İslam karşıtı politikayı vahşet  yöntemleriyle uygulamaya geçiren kişi ise, eski komünist, yeni faşist Slobodan Miloseviç oldu. 

Miloseviç iktidara geçer geçmez Kosova'ya Tito zamanında verilen özerkliği kaldırdı. Faşist stilde mitingler düzenlemeye ve Sırp milliyetçiliği ateşini körüklemeye başladı. Kosova'da yüksek öğretim kurumlarında Arnavutça eğitim yasaklandı, Arnavutça yayınlanan gazeteler kapatıldı, halk tam anlamı ile baskı altına alındı. Bölge, etnik ayrımcılığa tabi tutularak Arnavutların buradan göç etmesi hedeflendi. 

Nitekim bu dönemde 400 bine yakın Arnavut Kosova'yı terk etti. Aynı zamanda Sırpları Kosova'ya yerleştirmek suretiyle bölgenin demografik yapısı değiştirilmeye çalışıldı. Sırplar, Kosova nüfusunun %90'ını oluşturan Müslüman Arnavutları yok ederek bölgeyi Sırplaştırmak istiyorlardı. Müslümanlara ait kültürel kimliği tamamen silebilmek için tapu ve evlilik kayıtlarını bile tahrip ettiler. 1989'da Kosova'nın özerkliği tamamen kaldırıldı. Miloseviç her gün Kosovalılara yönelik yeni yaptırımlar uygulamaya koydu. 

Arnavutlar, tüm yapılanlara karşı barışçı bir direniş göstermeye devam etti ve İbrahim Rugova'nın liderliğinde anayasal zeminde haklarını elde etme mücadelesini yürüttü. Uzun yıllar siyasi baskı altında her türlü haktan yoksun bırakılarak, asimilasyona tabi tutulan Arnavut halkı, son iki yılda etnik temizliğe maruz kalınca dünyanın ilgisini çekmeye başladı. Sırplar Kosova'ya asker ve polis yığdılar. Ellerinde savunma yapabilecek hiçbir silahı olmayan halka ağır silahlarla saldırdılar. Sistemli bir etnik temizlik başladığında tarihler 27-28 Şubat 1998'i gösteriyordu.


87 Sırp zulmünden kaçabilmek için yollara dökülen 1 milyona yakın Kosovalı Müslüman soğuk, açlık, susuzluk ve salgın hastalıklarla mücadele etti. On binlerce insan hayatını kaybetti, bir o kadarı da kayıtlara kayıp olarak geçti...
NATO Müdahalesi Kosova Sorununa Bir Çözüm Getiremedi 

1998 yılında başlayan etnik temizlik harekatına müdahale kararı, ancak bir yıl sonra, 24 Mart 1999 tarihinde geldi. Ancak NATO harekatı Kosova'ya huzur getirmek bir yana, onu daha da büyük bir bataklık haline getirdi. Kosova'yı tanıyan ve Miloseviç'in politikasını yakından takip edenler bu müdahalenin sonuçlarını daha ilk günden tahmin ediyorlardı. Batılı ülkeler ve Amerikan yönetimi de bu müdahaleyi yaparken, sonradan yaşanacakları hesaplamışlardı. Bunun en önemli göstergesi ise ABD'nin o dönemdeki başkanı Bill Clinton'ın müdahale kararını açıklayan konuşmasında kısaca geçtiği "kara harekatını düşünmüyoruz" şeklindeki mesajıydı. Nitekim mesaj istenilen yere, yani Miloseviç'e ulaşmış ve Kosova'daki Sırp saldırıları soykırım boyutuna taşınmıştı.


Sırplar Kosova'dan çekilirken yağma ve katliamlarını da sürdürdüler. Sırp zulmünden kaçmak için yollara düşen 1 milyona yakın Kosovalı Müslüman ise çok büyük bir insanlık dramı yaşadı.
Müdahale Kosovalı Müslümanlara güvenlik imkanı sağlayacağı yerde, Miloseviç'e Kosovalı Müslümanları belirli bölgelerden kanlı şekilde kovma imkanı verdi. Caydırıcı kara desteği olmaksızın başlatılan hava harekatı, masum Kosova halkının Sırp güçlerince canlı hedefler haline getirilmesine yol açtı. Eğer amaç gerçekten Kosova'da yapılan zulmü durdurmaya yönelik olsaydı, müdahale karadaki dengeleri de gözeten bir stratejik planlama ile yürütülürdü. Ama gerçek amaç, ABD'yi fazla bir zahmete sokmadan "insan hakları koruyucusu" gibi gösterebilmekti ve bu da Sırpların işine yaradı.

Üzerlerine bomba yağdırılan, bir yandan da Sırp askerlerinin karadan yaptığı baskıyla karşı karşıya olan yüz binlerce insan, kadın, yaşlı ve çocuk canlarını kurtarabilmek için yollara döküldü. Yol boyunca bu insanların binlercesi hayatını yitirdi. NATO Avrupa Kuvvetleri Komutanlığı'na (SHAPE) göre Kosova'da yaşanan çatışmalar sırasında 960 bin Kosovalı, mülteci durumuna düştü. Geride kalanlar ise katliamlara, tecavüzlere maruz kaldılar. Makedonya ve Arnavut sınırlarına Barış Gücü askerleri konuşlandırıldı, buradan gelecek destek de böylece engellendi. Çünkü Kosova'nın Makedonya ve Arnavutluk hariç tüm sınırları yeni Yogoslavya tarafından çevriliydi ve bu bölgeye başka bir yerden destek vermek mümkün değildi. NATO müdahalesi 12 Haziran 1999'da sona erdi ve arkasında çok büyük bir enkaz bıraktı.

 



2001 yılının Mart ayının ilk günlerinde Makedonya-Kosova sınırında 3 Makedon askerin öldürülmesiyle başlayan, daha sonra şiddetli çatışmalara dönüşen süreç tüm Balkanlar'ı olumsuz yönde etkilemeye devam ediyor. NATO'nun, Sırbistan'ın güneyindeki tampon bölgeye Sırp güçlerinin girmesine izin vermesi ise bölgedeki gerginliği daha da tırmandırdı. Ve şu an herkes aynı soruyu soruyor: Acaba bu çatışmalar tüm Balkanlar'ı sarıp, 3. Balkan Savaşı'na dönüşebilir mi?


Tüm Dünyanın Gözleri Önünde Gerçekleşen Bir Katliam: Bosna 

Saraybosna 1463 yılında Osmanlı topraklarına katılmasıyla birlikte İslam dini ile tanıştı ve 400 yılı aşkın bir süre Osmanlı hakimiyeti altında kaldı. Bu uzun dönem boyunca, "Bogomil" adlı Hıristiyan mezhebine bağlı olan ve Bosna-Hersek eyaletinde yaşayan Slavlar, kendi rızaları ile İslam'ı kabullendiler. Böylece Bosna-Hersek'te, Balkan Yarımadası'nın tam ortasında Müslüman bir halk oluştu. 1878 yılındaki Berlin Anlaşması'nda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun yönetimine verilen, ancak fiilen Osmanlı'da kalan Bosna-Hersek, 1908 yılında Avusturya-Macaristan tarafından ilhak edildi ve İslam idaresinden kopmuş oldu. Bosnalılar, çekilen Osmanlı birliklerine göz yaşlarıyla veda ettiler, çünkü yeni yöneticilerinin kendilerine uygulayacağı zulümleri tahmin edebiliyorlardı. Nitekim Osmanlı'nın bölgeden çekilmesiyle birlikte Müslümanlara yönelik saldırı ve tacizler başladı.


3 yıl içinde Sırplar tarafından öldürülen Bosnalı Müslüman sayısı 200 bine ulaşırken, Sırp zulmünden kaçan ya da evlerinden sürülen 2 milyona yakın Müslüman çok zor koşullar altında hayatını devam ettirmeye çalıştı...

 

II. Dünya Savaşı'nın ardından ise bölgedeki Slav toplumları biraraya getiren "Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı" kuruldu. Bosna-Hersek toprakları da bu devletin sınırları içinde kaldı. 1929 yılında Yugoslavya Krallığı adını alan bu devletin yönetimi Ortodoks Sırpların eline geçti. II. Dünya Savaşı'na kadar zor bir dönem geçiren Bosna Müslümanlarının malları gasp edildi, zorunlu gözaltı politikasına maruz bırakıldılar. 

II. Dünya Savaşı sırasında bölge Almanlar tarafından işgal edildi. Savaşın devam ettiği yıllarda aşırı milliyetçi Sırp gerillalar (Çetnikler) Bosna'nın köy ve kasabalarına karşı düzenledikleri saldırılarla toplam 100 bin Müslümanı katlettiler. Nazi karşıtı direnişte etkin rol oynayan komünistler II. Dünya Savaşı'nın ardından ülkenin yönetimini ele geçirdiler. Komünistlerin iktidarıyla birlikte Müslümanlar üzerindeki baskı politikası yeniden başladı. İslami vakıflara el konuldu, cami ve medreseler kapatıldı ve yoğun bir dinsizlik propagandası yürütüldü. Baskılar sonucunda Bosna-Hersek Müslümanlarının bir bölümü, Türkiye ve diğer Avrupa ülkelerine göç etmek zorunda kaldılar.



Bosna Savaşı sırasında sokaklar adeta açık birer mezar haline gelmişti. Savaş sonrasında birbiri ardına ortaya çıkan toplu mezarlar ise soykırımın gerçek boyutlarını ortaya koymuştu.

 

Doğu blokunun yıkılmasının ardından 1 Mart 1992 tarihinde gerçekleştirilen referandumla birlikte Bosna-Hersek de bağımsızlığını ilan etti. Ancak Sırplar Bosna-Hersek'i işgal ederek 3 yıl sürecek yeni bir katliam başlattılar. 3 yıl içinde Sırplar tarafından öldürülen Bosnalı Müslüman sayısı 200 bini aştı. 2 milyon Müslüman evlerinden sürüldü. 50 bine yakın Müslüman kadına tecavüz edildi. Sırp toplama kamplarına alınan Müslümanlar inanılması zor işkenceler gördü, on binlercesi sakat kaldı.

Müslümanlara uygulanan işkencelerin bir kısmı Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'nde ele alındı. Burada ifade veren Müslümanların bildirdiği olaylar, Sırpların uyguladıkları zulmün boyutlarını gösteriyordu. Örneğin 46 yaşındaki Bosnalı Müslüman Sulejman Besic'in ifadesine göre, bir gün, Dusan Tadic adlı Çetnik, bir Müslüman kadının yanına gitmiş ve önce bağırarak ona kocasının nerede olduğunu sormuştu. Daha sonra kadına soyunmasını, yoksa öleceğini söylemiş, kadın da namlu tehdidi altında bir yandan ağlayarak soyunmaya başlamıştı. Ancak bir dakika geçmeden Tadic tarafından kafasından vurularak öldürülmüştü. Aynı Çetnik, birkaç dakika sonra kadının az ilerde ellerinden bağlı olan oğlunu alıp getirerek, ona ölü olan annesine tecavüz etmesini emretmişti. Genç Müslüman bu tehdide kulakları parçalayan bir çığlıkla cevap vermiş ve o da hemen oracıkta Dusan Tadic tarafından vurulmuştu. 

Cesetler öldürüldükleri yerde uzun süre kalmışlardı. Ancak bu durum toplama kampındaki genel manzara içinde pek de olağandışı bir görüntü oluşturmuyordu. Sulejman Besic'in anlattıklarına göre, kamptaki bazı yaralı Müslümanların durumu korkunçtu; bazıları baygın yatıyorlardı ve açık olan yaralarında kurtlar kaynıyordu. Açıkta bekleyen cesetlerin ve bu tür "kurtlanmış etlerin" kampa yaydığı koku, dayanılmaz bir iğrençlikteydi. 

Sulejman Besic, Trnopolje toplama kampında kaldığı sürede şahit olduğu bu olayları, eski Yugoslavya topraklarında işlenen savaş suçlarını kovuşturmak ve sanıkları yargılamak için Hollanda'nın Lahey kentinde kurulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'nde anlatmıştı. Ve anlattığı bu korkunç olaylar, Bosna-Hersek topraklarında Sıplar tarafından Müslümanlara karşı uygulanan sistematik işkence ve katliamın binlerce çarpıcı örneğinden yalnızca birkaçıydı.



Sırp askerleri tutukladıkları Müslüman Bosnalılara ilk önce çok şiddetle işkenceler uyguluyor, daha sonra da hayatlarına son veriyorlardı. Bombalanan evler ise içinde yaşayan masum insanlar için birer mezar haline geliyordu.

Srebrenica'da yapılan katliamın Karadziç ve Miladiç'ten sonra başlıca sorumlusu Sırp Kumandan General Obrenovic'di. Obrenovic ve adamları beş gün boyunca bombaladıkları Srebrenica'dan kaçmaya çalışan 7500 kadar sivil Bosnalıyı katletmiş, bu haberin yayılmasını engellemek ve delilleri yok etmek amacıyla da cesetleri toplu mezarlara gömmüşlerdi. Ancak gerek Obrenovic'in gerekse diğer Sırp kumandanların gizlemeye çalıştıkları toplu mezarlar savaş sonrası birer birer ortaya çıktı.

 

Bosna'da yıllarca süren vahşi katliam ve etnik soykırım belki sona erdi, ama arkasında çok büyük bir insanlık dramı bıraktı. Sırplar görevlerini yerine getirmişler ve İslam'ın Bosna-Hersek'teki yükselişine, tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleştirdikleri dev bir katliamla cevap vermişlerdi. 

Dileğimiz, sadece Müslüman oldukları için bu vahşi soykırımla karşı karşıya kalan Bosna halkının, aynı saldırganlıkla bir kez daha yüz yüze gelmeleri durumunda, başta İslam dünyası olmak üzere, vicdan sahibi tüm toplumlar tarafından bilinçli ve somut bir destek bulmalarıdır.

 

25/9/2009

MÜSLÜMAN KEŞMIR HALKI YARDIM BEKLIYOR

 

Asya kıtasındaki pek çok Müslüman halk gibi Keşmir halkı da 20. yüzyılın ikinci yarısını çatışmalarla ve savaşlarla geçirdi. Keşmir'in yaklaşık 50 yıldır barışı, huzuru ve istikrarı yaşayamamasının başlıca nedeni ise işgalci Hindistan yönetiminin baskılarıydı. 

Keşmir altın, zümrüt ve yakut madenleri bakımından dünyanın en önemli bölgelerinin başında gelmektedir. Hindistan'ın işgali altında bulunan bölge, yüksek dağların üstünde olduğu için tüm bölgeyi rahatlıkla kontrolü altına alabilecek stratejik bir topraktır. İşte sahip olduğu bu stratejik önem ve yeraltı zenginlikleri nedeniyle Keşmir, tarih boyunca pek çok ülkenin dikkatini çekmiştir. Ancak Keşmir'in, bölge ülkelerinin bu kadar dikkatini çekmesinin en önemli nedeni Müslüman kimliğidir. 

Bağımsız bir İslam devleti olmayı ya da İslami bir kimliğe sahip Pakistan ile birleşmeyi hedefleyen Keşmir'e, ne yıllardır bölgedeki İslam düşmanı politikaların mimarı olan Hindistan yönetiminin ne de Rusya'nın ve Komünist Çin'in izin vermeye niyetleri yok gibi görünmektedir. Keşmir halkına yapılan ekonomik ambargoların, şiddet eylemlerinin, sebepsiz tutuklamaların, işkencelerin temel nedeni de Keşmir halkının  Müslüman kimliğidir. Söz konusu güçler, böylece hem ekonomik hem de siyasi açıdan güçlü bir İslam devletinin oluşmasını engellemeyi hedeflemektedirler. Aynı şekilde Müslüman Pakistan yönetiminin de ambargolar ve uluslararası baskılarla Keşmir halkına destek vermesi engellenmek istenmektedir.  
 

Keşmir Üzerinde Oynanan Oyunlar

Hint Yarımadası, II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar İngiliz egemenliği altındaydı. İngiliz sömürgeciler alt kıtayı terk ettiklerinde Hintli Müslümanlar Hindulardan ayrı bir devlete sahip olmayı istediler ve Pakistan'ı kurdular. Pakistan ve Hindistan arasında nüfus mübadelesi yapıldı; Hindistan sınırları içinde yaşayan çok sayıda Müslüman Pakistan'a göç etti. Ancak nüfusunun ezici çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Cammu/Keşmir eyaleti, Hint yönetiminin entrikaları ve İngilizler'in de desteğiyle Hindistan egemenliğinde kaldı. O tarihten bu yana Keşmir halkı Hint zulmü altında yaşadı.

Keşmirli Müslümanlar Hint yönetimine direnmek ve bağımsızlıklarını kazanmak istediler. Buna karşın Hint güçleri tarafından, ülkede 1947, 1965 ve 1971 yıllarında üç büyük katliam gerçekleştirildi. On binlerce Keşmirli Müslüman öldürüldü,  4.000'den fazla kadın işkenceye ve tecavüze uğradı. İslami bilincin engellenmesi için din eğitimi veren okullar kapatıldı.18 

1990 yılından sonra ise Keşmir'deki soykırım ve asimilasyon hareketi en acımasız şeklini aldı. İnsanlar sebepsiz yere gözaltına alınıp, işkence altında öldürüldüler. 

Evler kundaklandı, savunmasız insanlara türlü baskılar uygulandı, gazete ve okullar kapatıldı. Hint yönetimi sadece silahlı saldırılara başvurmakla da yetinmedi. Tarım için kullanacağını açıkladığı barajları dahi  Müslümanlara karşı işkence amaçlı kullandı. Barajları ağzına kadar su doldurup, muson yağmurları ile birlikte kapakları birden açarak, bölgenin aşağı kesimlerinde bulunan özgür Keşmir ve Pakistan'ı sular altında bıraktı. Bunların sonucunda binlerce insan hayatını yitirdi ve çok büyük maddi hasarlar oldu. 

1993 yılı Ekim ayında Keşmir'in başkenti Sirinagar'da Hazratbal Camisi'ne karşı büyük bir saldırı gerçekleştirildi. Hindistan makamlarının, Müslümanların askeri karargahı olarak nitelendirdikleri Hazratbal Camisi yaklaşık bir ay süre ile kuşatıldı. Kuşatma sırasında 100'den fazla insan öldürüldü. 300 masum insan tutuklandı. Kentin elektrik ve suyu kesildi. Keşmir'de, Hint yönetiminin sürdürdüğü vahşetin yanısıra bir de mülteci sorunu yaşanmaktadır.

Keşmir'deki mülteci kamplarında çok büyük bir insanlık trajedisi yaşanıyor. Tek odalı ve tek yataklı çadırlarda 10'a yakın kişi kalıyor. Açlık, susuzluk ve salgın hastalıklarla mücadele eden Müslüman Keşmir halkının bulabildiği tek yiyecek bir kazan suyun içine atılmış, birkaç daldan ibaret...
Aşağıda Keşmir'deki mülteci kamplarını ziyaret eden Kanal 7 muhabiri Sefer Turan'ın aktardığı izlenimlere yer verilmiştir. Yalnızca bu tasvirler dahi bir insanın vicdanını harekete geçirmek için yeterlidir. Söz konusu gazetecinin yazısında, kamptaki hayat şu şekilde tasvir edilmiştir:

Ambor mülteci kampı 1990 yılında Cammu Keşmir'den kaçan Keşmirliler için kurulmuş. Hayat standartları normalin çok çok altında. Küçük küçük toprak evlere insanlar adeta tıkışmış. Girdiğimiz tek odalı bir evde bir tek yatak var. Kaç kişi kaldığını sorduğumuzda aldığımız cevap "9 kişi". Kampta toplam 1.110 kişiden oluşan 214 aile yaşıyor. Hayat standartlarının çok düşük olduğunu görmek için topraktan yapılmış evlerden bir tanesine girmeniz yeterli. Evler genelde iki odalı. Odalarda birkaç tane kullanılamayacak çanak çömlek. Bir veya iki tane yatak. Yataklara yatak demek için bin şahit gerekli. Köşede oturmuş bir anne, kucağında bebeği. Kimi zaman içerisinde tutuşturulmuş üç beş dal parçasının bulunduğu toprak ocakta kaynayan bir kazan. Etrafta kuru veya yaş yiyecek adına hiçbir şey yok! Ama utandığımdan hiçbir kazanın kapağını açma cesareti bulamadım. Hangi çadıra girdiysek ortada ne yiyecek adına ne yatacak adına hiçbir şey görmedik! Çadırların birinde ortada yerde küçük eski bir bez parçası seriliydi. Belli ki yatak olarak kullanılıyordu. "Bu çadırda kaç kişi kalıyor?" diye sorduğumda aldığım cevap "11 kişi" idi... Ve dışarıda yine tek tük kaynayan bir saç kazan! 19
Yukarıda verdiğimiz örnek dünyanın dört bir yanında yaşanan mülteci dramlarından sadece bir tanesidir. Filistin'deki milyonlarca mültecinin, Kosova Savaşı sırasında mülteci durumuna düşen bir milyona yakın Müslümanın, yine yüz binlerce Çeçen mültecinin yaşam şartları bundan çok daha kötüdür. 

İşte tüm bu olaylarda, Allah'a iman eden vicdanlı insanların çıkarmaları gereken hikmetler vardır. Yeryüzündeki her olay insanların denenmesi için bir hikmet ve hayırla yaratılmaktadır. İnananların, yukarıda anlattığımız denemelerden çıkarmaları gereken hikmet ise, Allah'ın varlığını ve Kuran ahlakının güzelliklerini tüm dünyaya anlatmanın ne kadar önemli olduğu gerçeğidir. Bu gerçek karşısında yapmaları gereken ise, insanları kötülükten men etme, onlara iyiliği emretme ve Allah'ı inkar eden her türlü akıma karşı fikri bir mücadele yürütme görevlerini yerine getirmektir. Bunun neticesinde Allah'tan korkan, güçlü vicdana sahip insanlar ortaya çıkacak ve tüm zalimlikler birer birer ortadan kalkacaktır. İnsanlara zulmedenler ise yaptıklarının karşılığını hem dünyada hem de ahirette eksiksiz olarak alacaklardır. Allah bu gerçeği bir ayette şu şekilde bildirir: 

Gerçekten Allah'a ve Resûlü'ne karşı (onların koydukları sınırları tanımayıp kendileri sınır koymaya kalkışmakla) başkaldıranlar, kendilerinden öncekilerin alçaltılması gibi alçaltılmışlardır. Oysa biz apaçık ayetler indirdik. Kafirler için küçültücü bir azap vardır. Allah, hepsini dirilteceği gün, onlara neler yaptıklarını haber verecektir. Allah, onları (yaptıklarıyla bir bir) saymıştır; onlar ise onu unutmuşlardır. Allah, herşeye şahid olandır. (Mücadele Suresi, 5-6)
Bu mücadelenin temeli ise her 
türlü zulmün, çatışmanın, kaosun altından çıkan dinsiz felsefeler ile yapılacak olan fikri mücadeledir. Barışı, uzlaşmayı, sevgiyi, şefkati temel alan bu mücadele, insanların vicdanlarını harekete geçirecek ve mazlum insanların zulüm görmelerini engelleyecektir. Böyle bir mücadelenin varacağı sonucu ise Allah, Enbiya Suresi'nde bizlere şöyle müjdelemiştir:
"Hayır, biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size." (Enbiya Suresi, 18)


Dünyanın Görmezlikten Geldiği Bir Zulüm

Hindistan'ın Keşmir'de bu denli büyük bir baskı politikasını elli yılı aşkın bir süredir rahatlıkla sürdürebilmesi, Batı'daki bazı çevrelerden aldığı açık ve kapalı desteğin bir sonucudur. Keşmir'deki Müslümanlar, Birleşmiş Milletler'in hiçbir güvenilirliği olmayan kararları sonucunda Hinduların baskıcı yönetimine terk edilmişlerdir. Nüfusunun tamamına yakını Müslüman olan Keşmir'in, bağımsız olma çabası ve Pakistan'ın buna verdiği haklı destek, Batı'nın haksız politikası ile baltalanmıştır.

Batı ve özellikle de Amerikan medyası Hindistan'ın yanındadır. Dikkat edilirse, büyük Amerikan gazeteleri Keşmir'deki vahşete hemen hiç değinmezler. Değindiklerinde ise, bu haberi "Hindistan'a ait bir bölgedeki iç isyanın bastırılması" havasında sunarlar. Örneğin New York Times, 22 Ocak 1990 tarihli sayısında Pakistan'ı Keşmir'deki "ayrılıkçı" Müslüman grupları destekleyerek "ülkedeki istikrarı bozmak"la suçlayan bir yorum yayınlamış ve Pakistanlıların büyük tepkisini almıştı.20 Tüm Batı medyasında bu tür yorumlara sık sık rastlamak mümkündür.

Özellikle de 1980'li yıllardan sonra güçlerini artıran İslam karşıtı Hindu gruplar, Müslümanlara yönelik büyük ölçekli saldırılarda bulunuyorlar. Hindistan'da Müslüman kimliğinin tek bir kalıntısının dahi kalmamasını isteyen bu gruplar, masum halka yönelik vahşet dolu katliamlarla birlikte büyük bir asimilasyon politikası da yürütüyorlar. Buna rağmen İslami eğitimin, Kuran okumanın, cezaevlerinde ibadetin yasaklandığı, şehir ve kasaba isimlerinin Hindulaştırıldığı Keşmir'de halkın İslami duyarlılığı güç geçtikçe artıyor. Resimde görülen Kuran yakma olayları ise Hindu askerlerinin İslam düşmanı tavırlarına bir örnek teşkil ediyor.

 

Son yıllarda ise bölgedeki Hint yönetimi baskı ve asimilasyonu şiddetlendirmiştir. Bir de hükümetin kontrol edemediğini söylediği, oysa aralarındaki anlaşmazlığın "danışıklı dövüş" şeklinde olduğu herkesçe bilinen "fanatik Hindu örgütleri" vardır. Bu örgütler, Babür Şah Camisi katliamında olduğu gibi, Keşmirli Müslümanların tamamen yok edilmesini hedeflemektedir.

 

Keşmir nüfusunun %90'ı Müslüman. Bölgede 4 milyon nüfusa karşılık Hindistan'ın 700.000 kişilik ordusu bulunuyor. Sadece 1990-1999 yılları arasında Hint saldırıları sonucunda ölen kadın, çocuk ve asker sayısı 65.000'den fazla. Ortalama her gün 20 Müslüman şehit ediliyor, kadınlar toplu tecavüzlere uğruyor, medrese ve hastaneler bombalanıyor, okullar ateşe veriliyor...

 

Peki bu durumu nasıl açıklayabiliriz? Acaba neden Amerika ve onun paralelindeki Birleşmiş Milletler gibi Batılı güçler Keşmir halkını Hindistan baskısı altında bırakmayı, Hint terörüne destek olmayı ısrarla sürdürmektedirler? Bu sorunun cevabı dünya üzerindeki pek çok ülkede ve uluslararası örgütlerde mevcut olan İslam karşıtı lobilerdir.

Sonuç olarak, Keşmirli Müslümanlar yarım yüzyıldır yalnızca Hindistan'la, ya da radikal Hindu örgütleriyle değil, aynı zamanda bunları perde arkasından destekleyen Batılı güçlerle de savaşmaktadır.

Batılı güçlerin olaya dahli, özellikle propaganda boyutunda ortaya çıkmaktadır. Keşmirli Müslümanlara karşı uygulanan vahşet feci boyutlardadır. Ancak tarih boyunca olduğu gibi, günümüzde de türlü propaganda yöntemleriyle Keşmir ve bölgesinde yaşananlar, insanlara çok farklı şekilde aksettirilmektedir. Uygulanan zulümler, işkenceler, masum insanlara yapılan baskılar gizlenmekte, sonuçta tüm dünya olan bitenler karşısında sessiz kalmaktadır. İnsan hakları örgütlerinin hazırladıkları raporlar adeta yokmuş gibi davranılmaktadır. Hint zulmüne karşı direnen, kendi topraklarında barış içinde yaşamak için mücadele veren Keşmirliler dünyaya radikal terörist gruplar olarak tanıtılmaktadır. Başta da belirttiğimiz gibi, Pakistan'ın ise bu grupları desteklediği, eğer Pakistan'ın telkin ve kışkırtmaları olmasa Keşmir ve Hindistan arasındaki sorunların kısa sürede aşılacağı iddia edilmektedir. Bu nedenle de sorunlara neden olarak Müslüman Pakistan yönetimi gösterilmekte ve bu ülkelerin Batılılar tarafından güçlü bir şekilde baskı altına alınmasının sorunları çözmede yardımcı olacağı söylenmektedir.

Aslında bu, söz konusu İslam karşıtı lobilerin Keşmir üzerindeki politikalarının yeni çizgisidir. Pakistan'ın, ambargo ve terörist ülkeler listesine dahil edilme tehditleriyle ya da Batılı ülkelerin yüklü kredilerini kesme dayatmalarıyla Keşmir davasından uzaklaştırılması, yalnız kalan İslam toprağı Keşmir'in de bir hamlede düşürülmesi demek olacaktır.

Oysa yarım asıra yakın bir zamandır Hint zulmüyle karşı karşıya kalan Keşmir halkının tek dileği, dinlerini rahatça yaşayabilecekleri, insanların sadece Müslüman oldukları için zulüm görmeyecekleri, çocuklarını barış ve güven içinde büyütebilecekleri bir toprağa sahip olmaktır.

Keşmirli Müslümanların bu en meşru haklarından dahi yoksun bırakılmaları, dahası türlü işkencelere maruz kalmaları, dinsizliğe karşı İslam'ı güçlendirmenin ve vicdanlı insanları bilinçlendirmenin ne kadar acil ve önemli bir görev olduğunu bize bir kez daha göstermektedir.



2 Haziran 2001 tarihli New York Times gazetesinde çıkan "Anti-Müslüman Gruplar İnternet Üzerinde Birleşiyor" başlıklı haber Hindu gruplarla Yahudiler arasındaki girift ilişkiyi tekrar gözler önüne serdi. Amerika'daki militan Hindular tarafından işletilen web sitesi, Müslümanlara karşı düşmanlığı ve şiddeti desteklediğinden dolayı gelen şikayetler üzerine kapatılmıştı. Fakat birkaç gün sonra site, ABD'de yaşayan fanatik Yahudiler tarafından tekrar açıldı. New York Times gazetesi bu ilişkinin temelini şu şekilde yorumluyordu: "İlk bakışta dünyanın farklı bölgelerindeki 2 aşırı uç dini felsefeyi biraraya getiren bu alışılmadık birleşmenin ortak olan çok az yönü vardır. Fakat New York'un etnik karışımı içerisinde birlikte yaşayan küçük Hindu ve Yahudi grupları uzak bir düşmanı paylaşmanın dostluk için yeterli bir temel olduğunu keşfetmişlerdi. Anti-Müslüman bağları o kadar güçlü ki… Bu ilişkiyi Hindu web sitesinin üyelerinden biri "Aynı savaşta savaşıyoruz" şeklinde tanımlıyor." 

 

Kuşkusuz bu olaylar karşısında vicdan sahibi insanların duyarsız kalması, bunları görmezlikten gelmesi mümkün değildir. Yaşanan haksızlıkların gündemde tutulması, yeryüzünde huzurun, barışın ve adaletin ancak Kuran ahlakının yaşanması ile mümkün olacağının tüm insanlara anlatılması günümüzde en önemli sorumluluklardan biridir. Ayrıca inananların Allah'ın yardımı ile müjdelenmesi, zalimlerin ise tevbe etmedikleri sürece karşılaşacakları son ile korkutulmaları da Müslümanlar için bir ibadettir. Bir ayette zalimler ile iman edenlerin alacakları farklı karşılık şöyle haber verilmiştir:

Şüphesiz biz elçilerimize ve iman edenlere, dünya hayatında ve şahitlerin duracakları gün elbette yardım edeceğiz. Zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacağı gün; lanet de onlarındır, yurdun en kötüsü de. (Mümin Suresi, 51-52)

 

25/9/2009

FILISTIN'DE İŞGALCI İSRAIL YÖNETIMININ TERÖR POLITIKASI

 




Osmanlı döneminde 400 yıl boyunca farklı din, dil ve kültürlere sahip halkların, huzur ve güvenlik içinde yaşadıkları Filistin topraklarında, yıllardır büyük bir kargaşa ve zulüm yaşanmaktadır. Bugün hala tüm acımasızlığı ile devam eden katliam ve kıyımlar, bölgenin İngiliz hakimiyetine girmesi ile başlamış ve bağımsız bir Yahudi Devleti'nin kurulması ile iyice hız kazanmıştır.   

Bölgede yaşanan olayların temelinde, Filistin topraklarının her üç din için de kutsal topraklar olarak görülmesi yatmaktadır. Ancak Siyonist görüşün savunucuları bu kudsiyeti barış ve huzur içinde muhafaza etmek yerine, diğer halkları yok etmeyi hedefleyen bir politika izlemişlerdir. Siyonist düşünceye göre Yahudiler Allah tarafından seçilmiş "üstün bir ırk"tır ve diğer tüm dünya halkları Yahudilere boyun eğmekle yükümlüdür. Siyonizm için "üstün ırk" inancı kadar "vaat edilmiş topraklar" inancı da son derece önemlidir. Bu inanca göre Yahudiler Allah'ın kendilerine vaat ettiği kutsal topraklarda yaşamalıdırlar. Nil'den Fırat'a kadar bir alanı içine alan bu kutsal toprakların merkezini ise başta Kudüs olmak üzere Filistin toprakları oluşturur. Siyonizme göre vaat edilmiş topraklarda yaşamak Yahudilerin en doğal hakkıdır ve buna engel olmak isteyenlere karşı her türlü şiddet ve baskı uygulanabilir. 

İşte günümüzde Filistin'de yaşanan adaletsizlik ve haksızlıkların, İsrail Devleti'nin Filistin halkına karşı uyguladığı şiddet ve baskı politikasının temelinde bu ırkçı inanç ve görüş yatmaktadır.
 

Yahudiler için Filistin toprakları üzerinde bağımsız bir "Yahudi Devleti" kurulması kutsal bir misyondur. 1948 yılının Mayıs ayında gerçekleştirilen bu misyonun sürekliliğinin korunması ise bir başka önemli hedeftir. İsrail Devleti'nin yöneticilerine göre bu sürekliliğin korunması ancak, Filistin topraklarında Yahudi nüfusunun artırılması ve Yahudilerin yaşadığı alanların genişletilmesi ile mümkündür. Bunun sağlanabilmesi için de Filistin halkı ya tamamen bu topraklardan sürülmeli ya da yok edilmelidir. İşte bu inançla İsrail Devleti 50 yılı aşkın bir süredir Filistin halkına karşı etnik bir soykırım yürütmektedir. 


Filistin Halkının Sürgün Edilmesi 

Siyonistler Filistin topraklarında bağımsız bir Yahudi Devleti kurmaya karar verdiklerinde karşılaştıkları ilk sorunlardan biri bu topraklarda yaşayan Yahudi nüfusun azlığı idi. 1900'lerin başında Filistin'deki Yahudi nüfusu %10'un altında idi. Siyonistlerin çalışmaları ile 1920'lerde 100.000 olan Yahudi göçmen sayısı, resmi kayıtlara göre 1930'larda 232 bine ulaştı. 1939'a gelindiğinde toplam 1,5 milyon olan Filistin nüfusunun 445 bini Yahudi idi. Bundan yirmi yıl önce %10'dan daha az olan nüfus oranı, 1939'da %30'a ulaşmıştı. Nüfusla birlikte Yahudi yerleşim alanları da büyük bir hızla genişledi. 1939'da Yahudilerin sahip oldukları toprak miktarı 1920'li yıllarla kıyaslandığında iki katına çıktı. 1947 yılına gelindiğinde ise Filistin'de 630 bin Yahudi, 1 milyon 300.000 Filistinli vardı. BM tarafından Filistin'in taksim edildiği 29 Kasım 1947'den İsrail Devleti'nin kurulduğu 15 Mayıs 1948'e kadar İsrailliler Filistin topraklarının önemli bir bölümünü ele geçirdi. Bu esnada Filistin köylerine yapılan baskınlar ve katliamlar sonucunda 500 kadar kent, kasaba ve köyde yaşayan 950 bin Filistinlinin sayısı 138 bine düştü. Bunların büyük bir bölümü öldürülmüş, bir bölümü de sürgün edilmişti. İleride İsrail ordusunu oluşturacak olan Siyonist terör örgütleri Müslüman köylerine ve kasabalarına gece baskınları düzenliyorlar ve Müslümanları kurşuna dizip, geçtikleri yerleri yakıp yıkıyorlardı. Bu şekilde 1948 ve 49 yıllarında yaklaşık 400 Filistin köyü haritadan silindi.


Filistinlilerin geride bıraktıkları mallarına ise "Ülke Dışında Yaşayan Mal Sahiplerinin Mülkleri Yasası" ile Yahudiler tarafından el konuldu. 1947'den önce Filistin topraklarının %6'sına sahip olan Yahudiler, devlet resmen kurulduğunda tüm toprakların yaklaşık %90'ını ele geçirmişlerdi.9
Filistinli Araplara sadece Gazze Şeridi ve Batı Şeria olarak bilinecek iki ayrı bölge kaldı. Görüldüğü gibi gelen her Yahudi kafilesi Müslüman Filistin halkı için zulüm, baskı ve şiddet anlamı taşıyordu. Çünkü Siyonist örgütler yeni gelenleri yerleştirmek için Filistin halkını asırlardır yaşadıkları topraklardan baskı ve zor kullanarak sürüp çıkartıyor ve göçe zorluyorlardı. 

Hatta Göçmen Dairesi Başkanı Joseph Weitz 1940'da yaptığı bir konuşmada, "Şu anda bu topraklar arasında iki ayrı halka yer yoktur. Eğer Araplar bu küçücük ülkede yaşayacaklarsa hedefimize asla varamayacağız. Öyleyse Arapları buradan uzaklaştırıp, komşu ülkelere sürmeliyiz, hem de hepsini" diyordu.10 Dönemin Tel Aviv Belediye Başkanı General Shlomo Lahat ise, "Filistinliler bu topraklarda köle olarak yaşamayı kabul edinceye kadar katliamı sürdürmeliyiz" sözleri ile Siyonistlerin Filistin halkına bakış açısını dile getiriyordu.11


Mülteci Kampları
 

Binlerce yıldır yaşadıkları yerlerden Yahudiler tarafından zorla sürülüp çıkarılan Filistinli Müslümanların büyük bir çoğunluğu halen mülteci kamplarında yaşamlarını sürdürmektedir. Şu anda kamplarda ve Lübnan, Ürdün gibi komşu ülkelerde mülteci konumunda yaşayan Filistinlilerin sayısı 3.5 milyonu bulmaktadır. 

Filistinlilerin, mülteci kamplarında ve İsrail'in işgali altındaki bölgelerde yaşamak zorunda bırakıldıkları koşullar ise son derece çetindir. Bu insanlar en temel ihtiyaçlarını karşılamakta bile zorlanmakta, elektriği ve suyu İsrail Devleti izin verdiği müddetçe kullanabilmekte, geçimlerini sağlayabilmek için kilometrelerce yol gidip oldukça düşük maaşlarla çalışmakta ve böyle bir ortamda ayakta kalma mücadelesi vermektedirler. İşine gitmek veya yakın bir mülteci kampında yaşayan akrabalarını ziyaret etmek maksadıyla yola çıkan bir Filistinli için, 10-15 dakikadan uzun sürmeyecek yolculuklar ise son derece sıkıntı verici bir hale dönüşmektedir. Çünkü sık aralıklarla kurulmuş olan kontrol noktalarında Filistinliler, sürekli kimlik kontrolünden geçirilmekte ve her kontrolde sözlü ve fiili tacize uğramaktadırlar. Üstelik İsrail askerleri zaman zaman "güvenlik" gerekçesiyle yolları kapadığı için işlerine, istedikleri herhangi bir yere ve hatta hasta olmalarına rağmen hastaneye bile gidememektedirler. Tüm bunların yanı sıra hergün öldürülme, yaralanma veya tutuklanma korkusu içinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Çünkü mülteci kamplarında yaşayan halk, özellikle geceleri, sık sık çevredeki Yahudi yerleşim birimlerinde yaşayan fanatik İsraillilerin silahlı saldırısına maruz kalmaktadır.


İşine gitmek veya yakın bir mülteci kampında yaşayan akrabalarını ziyaret etmek maksadıyla yola çıkan bir Filistinli için, 10-15 dakikadan uzun sürmeyecek yolculuklar adeta bir işkenceye dönüşür. Çünkü sık aralıklarla kurulmuş olan kontrol noktalarında, İsrail askerleri tarafından sözlü ve fiili tacizlere uğrarlar.

 

Mülteclerin Sığındığı Yerler

BÖLGE
KAMPLARDA
KAMPLAR DIŞINDA
TOPLAM
ÜRDÜN
238.188
1.050.009
1.288.197
BATI ŞERİA
131.705
358.707
517.412
GAZZE
362.626
320.934
683.560
LÜBNAN
175.747
170.417
346.164
SURİYE
83.311
253.997
337.308
TOPLAM
991.577
2.181.064
3.172.641

İsrail Hayfa Üniversitesi'nde psikoloji profesörü olan Benjamin Beit Hallahmi, The Israeli Connection (İsrail Bağlantısı) adlı kitabında, Gazze Şeridi'nde yaşayan Müslümanların içinde bulunduğu durumu ve İsrail'in buradakilere bakış açısını şöyle dile getirmektedir: 

Bu satırların yazıldığı sırada İsrail işgali altındaki Gazze Şeridi'nin nüfusu 525.000 ve km2 başına 2.150 kişi düşüyor. Sağlığı yerinde olan çoğu Gazzeli 8 yaşından itibaren ortalama İsrail ücretlerinin %40 altındaki ücretlerle İsrail'de çalışmaya başlıyor. Gelir vergisi ve sosyal güvenlik vergisi ödüyorlar, ama hiçbir haktan faydalanamıyorlar. Çünkü vatandaşlık hakları yok... İsrail anlayışına göre Gazze çaresizliğin ve fakirliğin sembolüdür. Ama Gazze vatandaşlarına acıma yoktur, çünkü onlar düşmandır...12 


Binlerce yıldır yaşadıkları yerlerden Yahudiler tarafından zorla sürülüp çıkarılan Filistinlilerin büyük bir çoğunluğu, halen mülteci kamplarında yaşamlarını sürdürüyor. Şu anda mülteci konumunda yaşayan Filistinlilerin sayısı 3.5 milyonu bulmaktadır. Bu kamplar sürekli olarak İsrail Devleti'nin tacizlerine, baskınlarına ve bombalı saldırılarına uğramaktadır.

Mülteci kamplarındaki kötü koşullara daha yakından göz atabilmek için Amerikan vatandaşı bir Filistinlinin bu kamplara yaptığı ziyaret sırasında edindiği izlenimlere kısaca yer vermekte fayda vardır. Yasemin Subhi Ali isimli bu tıp öğrencisinin, 1999 yılında Şatilla Kampı'na yaptığı ziyarete dair izlenimleri şu şekildedir: 

Yol boyunca sivil savaşın ve yıllarca süren İsrail işgalinin neticesi yıkıntıları seyrettim. Kamp denilen yerin bir kapısı, bir girişi ve bir çıkışı olacağını tahmin ediyordum. Oysa yoktu. Gerek de yoktu. Kamp ile çevresindeki yerleşimler arasında, bu çevre de çok yaşanılır bir yer olmadığı halde, öylesine bariz bir medeniyet ve şehirleşme farkı vardı ki, buranın hedefimizdeki kamp olduğunu hemen anladım. Mülteci kampları ile alakalı duyduğum ve çoğunu abartı zanettiğim bütün sefalet manzaraları gözlerimin önünde akıyordu. Yol denen şey çöp, moloz, taş yığınları arasında manevra yapan birşeydi... Bugün kalabalık dükkanlarla dolu olan caddenin ara sokaklarında kurşun izlerini, barut yanıklarını sergileyen binalar ve biraz ötede kamp sakinlerinin bir anıt dikmelerine bile izin verilmemiş olan bir mezarlık o kötü hatırayı (yaklaşık 2.000 Müslümanın katledildiği Sabra ve Şatilla katliamı) canlı tutuyordu.13 



Sivil Halka Karşı Yürütülen Soykırım
 

İsrail Devleti'nin ideolojisinin temelini terör oluşturmaktadır. Bu terörden en çok nasibini alan da doğal olarak bölgede yaşayan Müslüman halktır. Filistinli Müslümanlar yaklaşık yarım asırdır, hiçbir gerekçe gösterilmeden evlerinden çıkarılmakta, kurşunlanmakta, saldırıya uğramakta, evleri başlarına yıkılmakta, tarlaları ve bahçeleri yok edilmekte, işkenceye ve şiddete maruz kalmaktadırlar. Filistin topraklarında yaşanan manzara, bu ülkede İsrail Devleti tarafından her yönüyle büyük bir soykırım yürütüldüğünü gözler önüne sermektedir. 

Filistin'de saldırıya uğrayan, üzerlerine ateş açılan, bombardımana tutulan çocukların, gençlerin ve kadınların ancak çok az bir kısmı dünya medyasına yansımaktadır. 

Nüfusunun %70'i gençlerden oluşan Filistin'de çocuklar da 1948'den bu yana işgal ile birlikte göçü, sürgünü, gözaltıları, hapis ve katliamları yaşamaya başladılar. Kendi topraklarında ikinci sınıf insan muamelesi gördüler. Tahammülü zor koşullar altında mücadele etmeyi öğrendiler. Ariel Şaron'un Ekim 2000'deki provokatif Mescid-i Aksa ziyaretiyle başlayan Aksa İntifadası'nda da hayatını kaybedenlerin %50'sini 16 yaşın altındaki çocuklar oluşturuyordu. Yaralıların %60'ı 18 yaşın altındaydı. Çatışmaların halen yoğun olarak sürdüğü bölgelerde ise her gün en az 5 çocuk ölmekte ve 10'un üzerinde çocuk da yaralanmaktadır. 



Aksa İntifadası'nda yaşanan insanlık dışı manzaraları gazeteci-yazar Ruth Anderson, Filistin'de yayınlanan The Palestine Chronicle'da şöyle aktarmaktadır: 

Hiç kimse yeni evli bir Filistinlinin sadece protesto için sokağa çıkıp, şehit olarak eşini dul bıraktığını duymadı bile. Kim Filistinli gençlerin barbarca katledilmeden önce kollarının ya da kafataslarının parçalandığından haberdar? Ya da hangi Amerikan vatandaşı, sekiz yaşındaki küçük Filistinlinin İsrailli askerler tarafından kurşunlanarak öldürüldüğünü biliyor? Yahudi yerleşimcilerin ellerindeki çeşitli silahları nereden temin ettiğini ve Barak hükümeti tarafından cesaretlendirilerek, Filistin köylerini basıp, tarlaları yerle bir ettiğini, Filistinli sivilleri katlettiğini kim anlatıyor? Filistinli bebeklerin evlerinde uyurken hava bombardımanı sırasında öldüğünü ya da güvenli bir yere götürülmeye çalışılırken İsrail askerleri tarafından kurşun yağmuruna tutulduğunu bilen var mı? Herkes çok iyi biliyor ki bebekler taş atamaz. Herkes bunu biliyor, sadece İsrailliler ve Amerikalılar nedense bilmiyor!"14 


Filistin'de yaşanan tüm bu insanlık dışı manzaralara karşı dönemin Başbakanı Ehud Barak'ın verdiği cevap ise İsrail Devleti'nin anlayışını yansıtması bakımından oldukça dikkat çekicidir: 

Bana Gazze'de, Batı Şeria'da ve diğer mıntıkalardaki çatışmaların nasıl dineceğini sormayın. Filistinli kalabalıklara karşı her türlü aracı kullanmak meşrudur. Kaç Filistinlinin öldüğü beni alakadar etmez. Benim için önemli olan halkımın emniyetidir.15 

İsrail ordusunun generallerinden E. Eytan'ın verdiği cevap ise çok daha düşündürücüdür: 

Yaptığımız hiçbir şeye pişman değiliz. Biz halkımızın ve askerlerimizin emniyeti için herşeyi kullanmaya hazırız. Filistinli göstericilere karşı askerlere silah kullanma emri verilmiştir. Özellikle göğüs ve başlara vurularak halkın kalbine korku verilmelidir.16 


İsrailli yetkililerin yukarıdaki ifadeleri, zalimliklerinin de en açık ifadelerindendir. Rakamlar İsrail askerlerinin kendilerine verilen bu emirleri eksiksiz olarak yerine getirdiğini göstermektedir. Filistin Sağlık Örgütü'nün hazırladığı rapora göre Aksa İntifadası'nda hayatını kaybeden 400'den fazla kişinin %34'ü 18 yaşından küçüktür. Ancak asıl önemli olan, ölenlerin %47'sinin gösterilere veya çatışmalara katılmamış kişiler olmasıdır. Batı Şeria'da yaralananların %38'i gerçek kurşunlarla yaralanmıştır ve bunların da %75'i vücudunun üst kısmından yaralanmıştır. Gazze Şeridi'nde ise yaralananların %40'ı gerçek kurşunlardan yaralanmış ve bunların da %61'i vücudunun üst kısmından, yani göğsünden vurulmuştur. Yaralıların toplam sayısı 10 bini geçmiştir. 1.500 kişide ise kalıcı sakatlıklar meydana gelmiştir. Bunun yanı sıra yaralıların tedavi edildiği hastaneler de sık sık saldırıya uğramıştır. Toplam 1.450 kişi gözaltına alınmıştır ve bu kişilerden 750'si hala İsrail hapisanelerinde bulunmaktadır.

Toplam 2.760 bina ağır hasar görmüştür. Bunlardan 773'ü sivil Filistinlilerin evleridir ve bu evlerden 180'i tamamen yıkılmıştır. Hasar gören binalar arasında 29 cami, 12 kilise ve 44 su deposu bulunmaktadır. 41 okul tamamen kullanılamaz hale gelmiştir, hatta bu okullardan 4 tanesi İsrailliler tarafından askeri depo olarak kullanılmaktadır. 30 okul binası ise İsrail askerleri tarafından yakılmış, bu durum yaklaşık 400 bin dolarlık bir hasara neden olmuştur. Aksa İntifadası'nın ilk iki ayında ise okuldan evlerine dönen 45 öğrenci öldürülmüştür.17 

Tüm bu rakamlar açık bir gerçeği göstermektedir: İsrail Devleti, Filistin halkına karşı bilinçli ve sistemli bir yok etme politikası uygulamaktadır. Yukarıdaki rakamlar İsrail askerlerinin silahlarını, güvenlik gerekçesi ile etkisiz hale getirme amaçlı değil, öldürme ve sakat bırakma amaçlı kullandıklarını göstermektedir. Hayatını kaybedenlerin ve sakat kalanların büyük çoğunluğu başından, göğsünden veya arkadan vurulmuştur. Sadece etkisiz hale getirmeyi amaçlayan bir askerin karşı tarafı başından ve göğsünden, üstelik de arkasını dönüp kaçarken vurmayacağı açıktır.

Kuşkusuz Filistin topraklarında yaşanan olaylar ile ilgili verilebilecek çok fazla örnek, söylenecek çok söz, yapılacak çok yorum vardır. Ancak unutulmaması gereken gerçek, tüm bu yaşananlar karşısında vicdanlı insanların üzerine düşen sorumluluktur. Filistin'de yaşanan olaylar bir Arap-İsrail savaşından çok daha öte anlamlar ifade etmektedir. Herşeyden önce Filistin'de hakları ve toprakları zorla gaspedilmiş Müslüman halk, önemli bir hak arayışı içerisindedir. Söz konusu mücadelenin geçtiği topraklar tüm İslam alemi tarafından kutsal kabul edilen topraklardır. Aslında Filistin halkı da tüm Müslüman aleminin mülkü olan Kudüs topraklarını terk etmemek için direnmektedir. İşte bu yüzden Filistin topraklarında devam eden bu büyük zulme dayanak sağlayan ideolojilerle fikri mücadele etmek, bir çözüm yolu bulmak tüm iman edenlerin üzerine düşen bir sorumluluktur.

 

Hayatını Kaybedenlerin Yaş Dağılımı
Sayı
%
 
Vurulma Noktaları
Sayı %
15 yaşından küçükler
60
14.9
 
Baş ve boyun (Arkadan vurulan 9 kişi dahil)
154 41.8
16-18 yaş
75
18.7
 
Göğüs (Arkadan vurulan 12 kişi dahil)
117 31.8
19-29 yaş
176
43.8
 
Karın
32 8.7
30-39 yaş
50
12.4
 
Genel tüm vücut
61 16.6
40-49 yaş
18
4.5
 
Kol
4 1.1
50 üstü
23
5.7
       
Aksa İntifadası'ndaki ölümlerin oranlarını ve vurulma noktalarını gösteren tablo. Bu tablodan İsrail askerlerinin özellikle gençleri ve çocukları hedef aldıkları, öldürmek amacıyla göğüs ve baş bölgelerine ateş ettikleri anlaşılıyor.

Vicdan sahibi her insanın bu gerçeği düşünmesi ve bir çıkış yolu bulmak için çaba sarf etmesi gerekmektedir. Bu çıkış yolu ise -kitabın diğer bölümlerinde de ifade ettiğimiz gibi- Kuran ahlakının insanlar arasında yaygın bir şekilde yaşanmasıdır. Gerek Filistin topraklarında gerekse savaşların ve çatışmaların yaşandığı pek çok ülkede barış ve huzur ancak bu yolla sağlanabilir. Çünkü Kuran ahlakının emrettiği adalet, yardımlaşma, merhamet, sevgi, şefkat, fedakarlık, affedicilik gibi özellikler yeryüzüne hakim olursa, bunun sonucunda kesin olarak adaletli, barış dolu ve güvenli bir ortam oluşacaktır.

 

25/9/2009

ÇEÇENISTANDA RUS VAHŞETI

 

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra eski Sovyet coğrafyasındaki pek çok ülkede çok sıkıntılı bir dönem yaşandı ve halen de yaşanmaya devam ediyor. Kazakistan'da, Türkmenistan'da, Azerbaycan'da, Özbekistan'da, Kırgızistan'da ve Dağıstan'da Rusya'nın yayılmacı politikasının etkileri asla silinmedi. Sovyet yönetiminin baskılarından kurtulup, barış ve huzur dolu bir düzen kurabileceklerine inanan bu toplumlar, bu kez şekil değiştirmiş bir Rus baskısıyla karşılaştılar. Ancak bu ülkelerden özellikle bir tanesi var ki, 400 yıldır bağımsızlığı uğruna Ruslarla yaptığı mücadeleden hiçbir şekilde vazgeçmedi ve canı pahasına direndi. Bu ülke, tarihe cesaretiyle ve bağımsızlığına düşkünlüğüyle geçen Çeçenistan'dır. 

Müslüman Çeçenlerin Ruslar'a karşı sürdürdüğü büyük mücadelenin başlangıcı 18. yüzyılın sonlarına dayanır. 1816 yılında Rus Çarı'nın General Yermalov'u Rus ordusunun başına geçirmesinin ardından, Kuzey Kafkasya'daki Çeçen halkı çok büyük bir katliama tabi tutuldu. Çeçen Müslümanlarının lideri İmam Hamzat'ın şehit edilmesinin üzerine, Çeçen ordusunun başına geçen Şeyh Şamil, günümüzde hala kuşaktan kuşağa anlatılan bağımsızlık mücadelesini başlattı.  

Şeyh Şamil'in orduları 1834 yılından 1859'a kadar, yaklaşık 25 yıl Rus yayılmacılığına karşı kahramanca direndiler. Ama sonunda Rusya bölgeye hakim oldu ve  bu toprakları bir daha bırakmadı. İşte bugün Çeçenlerin yürüttüğü bağımsızlık mücadelesi, Şeyh Şamil'in başlattığı İslami direnişin devamıdır.


Bugünkü Duruma Nasıl Gelindi?


Komünist Rus yönetiminin Müslüman Çeçen halkına yönelik olarak yürüttüğü şiddetli baskı ve zulmün altında -tarihi ve ekonomik nedenler başta olmak üzere- pek çok neden sayılmaktadır. Gerçekten de Çeçenistan Rusya için diğer Kafkasya Cumhuriyetlerine göre çok daha büyük önem taşımaktadır. Bu bölgede başta petrol ve doğal gaz olmak üzere, yüksek rezervli doğal kaynaklar bulunmaktadır. Komünist Rusya, Soğuk Savaş döneminde ihtiyacı olan tüm hammaddeleri bu ülkeden çok ucuz fiyata alıp, kendi ihtiyacı için kullanıyordu. Ancak SSCB'nin dağılmasından sonra kendisi için büyük bir hammadde kaynağı olan Çeçenistan'ın ve diğer cumhuriyetlerin birer birer bağımsızlıklarını ilan etmesi, Rusya'yı da büyük bir çıkmaza soktu.


Rus Yönetiminin En Büyük Korkusu 

Son 10 yıldır dünyanın gündeminde olan Çeçenistan, 16 bin kilometrekarelik yüzölçümü ile aslında çok küçük bir ülkedir.

Şu an Rusya Federasyonu içerisinde Çeçenistan ile aynı durumda olan 19 özerk cumhuriyet daha bulunmaktadır. Bu cumhuriyetler Rusya'nın genel topraklarının %28'i kadar bir yüzölçümüne sahiptir. 

Moskova, bu cumhuriyetler üzerinde hala çok büyük bir etkiye sahiptir ve bu etkinin hiçbir şekilde zarar görmesini istememektedir. Çeçenistan'ı kaybetmesi ise Rusya'nın bu ülkeler üzerinde nüfuzunun kırılması ve bağımsızlığa düşkün Çeçen halkının diğer ülkelere bir örnek teşkil etmesiyle sonuçlanacaktır. Zira toplam nüfusları ancak Rus Ordusu'nun asker sayısına ulaşabilen Çeçenlerin, 16 milyon kilometrekarelik Rusya'yı hezimete uğratması, diğer özerk cumhuriyetlerde de bağımsızlık mücadelesinin fitilini ateşleyebilir. Çünkü Rusya Federasyonu içindeki cumhuriyetlerin en önemli özelliklerinden biri, birbirleriyle çok büyük bir etkileşim içinde olmaları ve bir ülkede yaşanan değişikliğin hemen diğer ülkeleri etki altına almasıdır. 

Tüm bunlardan başka, Çeçenistan'ı Rusya için önemli kılan ana bir unsur daha vardır. Moskova'nın asıl korkusu -aynı Bosna ve Kosova örneğinde de olduğu gibi- hemen yanıbaşında kurulacak bir Müslüman devletin varlığıdır. Yıllar boyunca Kafkas halklarının dini kimliklerini yok etmek için mücadele veren, onlara şiddetli baskılar uygulayan, camilerini yıkan, ibadet etmelerini engelleyen, dini eğitimi yasaklayan komünist Rus yönetiminin, Çeçenistan'a karşı yürüttüğü insanlık dışı savaşın altında yatan en önemli neden budur. 

Çeçen halkı dinine bağlılığıyla tanınan, özgürce dinlerini yaşayabilmek için mücadele etme konusunda kararlı olan ve diğer Müslüman Kafkas devletleri üzerinde etki uyandıran bir İslami kimliğe sahiptir. İmam Mansur'un 1780'li yıllarda başlattığı, tüm Kafkaslar'ı tek bir çatı altında toplamayı hedefleyen "Birleşik Kafkasya" fikri, Ruslar'ın korkulu rüyasıdır. Çünkü bu birliğin en önemli özelliği İslami kimliği olacaktır ve bu kimlik Moskova'nın çıkarlarını ciddi bir şekilde tehdit etmektedir. 

İşte bu korkular, Ruslar'ın "Çeçensiz bir Çeçenistan" özlemini doğurmaktadır. Rusya, Çeçenleri tek bir kişi kalmadan yok ederek, olası bir İslam birliğini engellemeyi ve eski topraklarını tekrar kendi etkisi altına almayı hedeflemektedir.


Savunmasız Çeçen Halkının Bitmek Bilmeyen Mücadelesi 

Rusya, özellikle 1990'lı yılların başından itibaren Çeçenistan'da çok büyük entrikalara imza attı. Sarsılmaz bir birlik içinde olan Çeçenleri silahla yok edemeyeceğini düşündüğü için, onları, içlerinden çökertme yoluna başvurdu ve bunun için çeşitli yollar denedi. Seçimlere müdahale ederek kargaşa çıkarmaya çalışmaktan vaatlerle devlet adamlarını satın almaya, adam kaçırma ve terör hadiselerinden Rus yanlısı olan din adamlarını kullanarak dini ayrılıklar oluşturmaya, ayrıca ekonomik ve siyasi baskılara kadar türlü yöntemlerle Çeçenistan'da kaos çıkarmaya, halktaki güçlü birliği bozmaya çalıştı. Ancak bu girişimlerinden beklediği başarıyı elde edemedi. 

Tüm bu hukuksuzluklara ve insanlık dışı uygulamalara rağmen, dünyanın olan bitenlere göz yumması ve hiçbir şekilde müdahalede bulunmaması Rusya'yı daha da cesaretlendirdi ve zulmüne devam etmesine fırsat tanıdı. 

Rusya'nın Çeçenistan'ı 1991 yılındaki fiili işgali, merhum Cahar Dudayev tarafından bertaraf edildi. Bunun ardından 1994 Kasımı'ndaki ciddi tacizler, aynı yılın 11 Aralık'ında fiili bir savaşa dönüştü. 100.000'in üzerinde Çeçen bu savaşta hayatını kaybederken, on binlerce insan yurdundan göç etmek zorunda kaldı. Kullanılması yasak olan kimyasal silahlarla insanlar bir tür soykırıma tabi tutuldu. Üstelik Rusya, Çeçenistan'ı dünya kamuoyuna "iç meselesi" olarak lanse ettiği için, dış dünyadan ciddi bir tepki görmedi. Çeçen halkına yardım eli uzatan çıkmadı.

Ancak tüm bu zorluklara rağmen Çeçenler hiçbir şekilde yılmadılar. Kendi toprakları için herşeyleriyle mücadele eden bu cesur halk karşısında güç gösteremeyen Ruslar, 1996'nın Ağustos ayında yenilgiyi kabullenmek durumunda kaldılar. 

Çeçenistan'ın Ruslar karşısında elde ettiği bu müthiş başarı ve hiçbir zorluk karşısında yılmayan bağımsızlık mücadeleleri diğer cumhuriyetleri de çok derinden etkiledi. 1998 yılında Çeçenistan'ın başkenti Grozni'de Kuzey Kafkas halklarının öncülüğünde "Kuzey Kafkasya Halkları Şurası" toplandı. Bu buluşma sonrasında Kuzey Kafkasya halkları arasında çatışma çıkmaması ve olası bir Rus saldırısına karşı birbirlerine destek konusunda tüm katılımcı ülkelerce fikir birliğine varıldı. İşte bu birlik, Rusya'nın yıllardır içinde yaşattığı büyük korkunun yavaş yavaş hayata geçirilmesi demekti. Eğer bu birliğin gelişmesine izin verirse, yıllardan beri korktuğu İslam birliği oluşacaktı. Bu nedenle Rus yönetimi Çeçen halkına yönelik ikinci bir katliam emri verdi. Tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşen bu savaşta savunmasız insanlara karşı insanlık dışı işkenceler uygulandı, tüm vahşet sahneleri dünyanın gözü önünde gerçekleşti. Ancak yaşanan vahşete hep "Rusya'nın iç meselesi" olarak bakıldı.

Çeçenlerle Ruslar arasındaki bu ikinci büyük savaş Ruslar'ın 1999 yılının ilk aylarında Dağıstan'daki bazı köyleri kuşatarak bombardımana tutmasıyla başladı. Toplam 1.500 kişilik nüfusu olan bu köyler kendilerine bir önder olarak gördükleri Çeçenistan'dan yardım istediler. Ruslar'a karşı yaptığı cesur mücadele ile bir kahraman haline gelen Çeçen gazisi Şamil Basayev, 1999 yılının yaz aylarında kendilerinden yardım isteyen Dağıstan halkına yardıma başladı. Bombardıman altında kalan köylerden sadece iki kişi kurtuldu. Bu köylerde çok büyük bir katliam yaşanmış ve masum insanlar sebepsiz yere vahşice öldürülmüştü. İşte Rusya ile Çeçenistan arasındaki yeni savaş bu şekilde başladı. 

Rus kuvvetleri 2 Ekim 1999 tarihinde girdikleri Çeçenistan topraklarında önlerine çıkan herkesi, kadın, çocuk ya da yaşlı demeden acımasızca katletmeye ve sivil hedefleri bombalamaya başladılar. Kimyasal bombaların, scud ve napalm füzelerinin kullanıldığı bombalamalar sırasında da, özellikle hastaneleri, doğum evlerini, çarşıları, mülteci konvoylarını hedef olarak seçtiler. 

Rusların sivil halka yönelik yaptığı vahşi saldırılardan biri de birçok Çeçen köyünün kullandığı Argun Nehri'ne zehir katmak oldu. Zehirli sudan içen kadın ve çocuklardan büyük çoğunluğu ölürken, yüzlercesinde de kalıcı etkiler oluştu. İki yıl içinde Çeçenistan, nüfusunun dörtte üçünü kaybetti. Bir kısmıysa sığındıkları komşu ülkelerde çok zor koşullarda hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Rusya'nın planı 2000 yılının Kasım ayına kadar kendileriyle mücadele eden tüm Çeçen savaşçıları yok etmekti. Ancak bu planları gerçekleşmedi ve kahraman Çeçen halkı özgürlüğü için mücadeleye devam etti.

Komünist dönemin zihniyetini aynen sürdüren Rus yönetiminin Çeçen halkına yaptığı bu katliamın bir benzeri, Firavun'un yaptığı katliamdır. Firavun da kendi döneminde savunmasız, zayıf bırakılmış kişileri (o dönemde İsrailoğullarını) hedef almış, onları vahşice katletmiştir. Ayetlerde Firavun'un zulmü şu şekilde haber verilir:

Hani Musa kavmine şöyle demişti: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O sizi Firavun ailesinden kurtarmıştı, onlar sizi en dayanılmaz işkencelere uğratıyor, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir sınav vardır." "Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 6-7) 

Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. (Kasas Suresi, 4)

Rus yönetiminin yaptığı da bu zulmün bir benzeridir. Çünkü çocukları katleden, hamile kadınların karınlarını deşen, yaşlıları tankların altında ezen, doğum evlerini bombalayan ve daha pek çok vahşete imza atan bu zulmün sorumluları, her türlü ahlaki duyarlılıktan, insani duygulardan, merhametten, şefkatten, sevgiden, acıma duygusundan uzaktırlar. Üstelik bu kişilerin büyük bir bölümü yaptıkları vahşetin nedenini dahi bilmemekte, ancak dinsizliğin getirdiği karanlık ruh hali nedeniyle her türlü kötülüğü kolaylıkla yapabilmektedir.


Çeçen Mültecilerin Durumu 

Çeşitli insan hakları örgütlerinin Rus katliamından kaçan Çeçen mültecilerin durumuyla ilgili yaptığı incelemeler, insan hakları ihlallerinin çok büyük boyutlarda olduğunu göstermektedir. Savaştan kaçan Çeçenlerin iki yüz elli bini İnguşetya'da, diğerleri de komşu bölgelerde bulunmaktadır. Kilometrelerce yolu yürüyerek katetmeye çalışan Çeçenler bir yandan da açlıkla, susuzlukla ve salgın hastalıklarla mücadele etmektedirler. Şiddetli soğuk ve kar yağışı altında kadını, çocuğu, yaşlısı, genci ile göç etmeye zorlanan insanlar, terk edilmiş tren vagonlarında, sığındıkları kasabaların ahırlarında 2-3 aile ile birlikte çok zor şartlarda yaşam mücadelesi vermektedirler. 

Örneğin bugün Çeçenistan'ın kuzeyindeki Znamenskoye mülteci kampına sığınan Çeçenler, kışlık giyecek bulamadıkları için çocuklarını okullarına gönderememektedir. Buraya sığınanların neredeyse yarısı şartların kötülüğü ve şiddetli soğuğun etkisiyle hasta olmaktadır.7 Haftalarca sıcak yemek yiyemeyen ve bünyeleri bu ağır şartlara dayanamayan Çeçen mülteciler arasında verem, hepatit gibi hastalıklar hızla yayılmış, ölümler artmıştır.8 

En şaşırtıcı olan ise, insan hakları konusunda öncülük yaptığını iddia eden Batılı devletlerin, bu insanlara bir yardım eli uzatmamalarıdır. Dünya, Rus katliamından kaçan yüz binlerce Çeçenin yaşadığı bu büyük zulmü ısrarla görmezlikten gelmektedir. Bölge ülkelerinden yapılan yardımlarda sürekli kısıtlamalar yapılmakta, şiddetli kış koşullarıyla, susuzlukla, açlıkla mücadele eden bu insanlar tek bir dilim ekmek bulmakta dahi zorluk çekmektedirler. Mültecilerin içinde bulunduğu bu durumun aciliyetle çözümlenmesi gerektiği açıktır. 

Ancak çözüm nasıl bulunabilir? Rusya'nın zulmünü kim durduracaktır? 

Çözüm, kitabın başında da belirttiğimiz gibi, Kuran ahlakının insanlar arasında yaygın olarak yaşanmaya başlaması ile bulunabilir. Allah'tan korkan, O'nun Kuran'da bildirdiği adalet anlayışına sahip, daima haklının yanında olan, mazlum insanları kollayan, cesur insanların bu uygulamalara izin vermeyeceği açıktır. İman eden bir insan her zaman fakirlere, ihtiyaç içinde olanlara, yurtlarından sürülenlere yardımcı olur, onlar için her türlü fedakarlıkta bulunur. Peygamberimiz döneminde yurtlarından sürülenlere ya da hicret edenlere karşı, iman edenlerin gösterdikleri fedakar ve hoşgörülü davranışlar ayetlerde şu şekilde haber verilir:
(Bundan başka bu mallar)  Hicret eden fakirleredir ki, onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) arayıp, Allah'a ve O'nun Resûlü'ne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp-çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sadık olanlar bunlardır. Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin "cimri ve bencil tutkularından" korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 8-9)

Onlar, yalnızca; "Rabbimiz Allah'tır" demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır. (Hac Suresi, 40)
 
BU VATAN BİZİM  
  Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye Halkına ''Türk Milleti'' Denir.Ne mutlu ''Türküm'' Diyene!
M. Kemal ATATÜRK
 
Bugün 114 ziyaretçi (383 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol